Yurdavarış; Sorular ve Cevaplar
- Cahit Çatak
- 27 Tem 2024
- 7 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 31 Tem 2024
“Ama nerede tehlike varsa, boy atar orada/
kurtaran da”
Hölderlin
İki tip kültürden söz edilir. Bütün bir evrensel kültürün, Cermen sisleri ve Latin berraklığı arasında gidip geldiği söylenir. Bir derin gerçekler kültürü vardır, bir de yüzeyler kültürü. Böyle doğduğu söylenir tragedyanın; berraklık ve karmaşanın ortasında, sorular soranlar ve cevaplar arayanlar arasında! Yüzyılın başlarında yaşam düşünürleri, çağın tragedyası üzerine düşünecek olduklarında, ırkı zehirleyen birçok yanılgı gibi, bunun da insanın kendi çağından kaçmak için uydurduğu bir yanılgı olduğu anlaşılır. Cermen sisleri olmadığı gibi, Latin berraklığı diye bir şey de yoktur. Her şeyin 'çıkar gözeten bir hataya' denk düştüğü, o zaman anlaşılır. Fakat hala oldukça iyimserdir bu düşünürler. Onların gözüne bu hata, yaşamın karşısına konmuş tarih düşüncesi içinde, yaşayanların kendi zayıflıklarını hafifletmek için uydurduğu bencilce bir yalan olarak gözükür. Hata onlar için ataletin, yaşamın yadsınmasının, idealar dünyasının ‘çıkarlarında’ aranmalıdır. Bizim içinse hiç de öyle değil!
Yangınlar içinde tutuşturulmaktadır bizim çağımız. Budur onun gerçeği! Ama bizim çağdaş tragedyamızda da ‘çıkar gözeten bir hata’nın izleri bulunabilir. Ne yaşamın sürdürülmesi, ne derin gerçekler, ne de yüzeyler adına gözetilmektedir bu hata, bugün hemen her şeyi kenara bırakan evrensel kültür, yalnızca ‘tarihsel ideolojinin’ çıkarları adına yürütülmektedir. Bu parlak gerçekliğin içinde Cermen sislerine de, Latin berraklığına da, filozofların yaşam dediği o trajik ve hüzünlü gerçeğe de yer ayrılmamıştır. İnsan, her iki ucu da fethettiği düşünülen kullanışlı cevapların aydınlattığı bir dünyada, umutsuzluğun kaynağına bırakılmıştır! Camus, “Akdeniz’in tragedyası güneşe bağlı, Kuzeyinki gibi sislere değil” derken oldukça iyimserdir. Bizler değiliz. Çünkü biliyoruz ki, bugün yalnızca Akdeniz’in tragedyası değil, tüm bir dünya tragedyası umutsuzluğu yayan sahte bir güneşle aydınlatılmaktadır. Yapay ihtiyaçlar ve çıkarcı zorunluluklar yaratan ölçüsüz bir güneşle! O güneş ki insan yaşamının karşısına, tarihsel ideolojinin kendi maddi güçlerinden başka hiçbir değer tanımayan çıkarlarını koyuyor ve yeryüzünü ateşten bir kubbe gibi, her şeyi yakana, gölgesiz bırakana dek aydınlatıyor. Bir zamanlar varlığa dair sorulmuş tüm sahici sorular, yerini tarihsel ideolojinin çıkarcı cevaplarına bırakıyor. Patikalarda sorularla esriyorken insan, bugün kendini kent meydanlarında cevaplarla zehirlenirken buluyor. Ve sorular sormak için fırlatıldığı bu dünyada, her gün ona biçilmiş cevapların kölesi oluyor!

Cevapları Sürdürmek
ya da Cevaplar Üzerinde Tepinmek
Yüzyıllar ölçüsüz ve sınırsız bir mantıkla akıtılıyor. Ismarlanmış cevapların boyunduruğu altında yaşatılıyor insan. Geçmişi bir cevap haline getirilmiş, geleceği bir cevap, çevresi bir cevap ve benliği de bir cevap! Cevapları sınayacağı ve yerinden edeceği araçlar büsbütün elinden alınmış. Savaş meydanının ortasında birbirine değmeyen birer “cevap” olarak insan, artık hiçbir-şeyi aşmayan cevaplarla çırılçıplak gezintiye bırakılmış. Yeni sorular yaratacak güçlerini unutmuş insan, ufku cevaplarla zehirlenmiş. Meraksız artık, “acaba” bile söylenmek gelmiyor içinden ve boyun eğiyor ona biçilmiş cevaba: esir tarihe, hadım bilince ve yaşamı yerinden eden tekdüze ölçüsüzlüğe!
Yaşamakla, bir çağ yangınını körüklemeye terkedilmiş insan. Bir nevi ‘istimci’ haline getirilmiş, kendi yerinde sayıp duran sahte bir tarihsel zaman treninin istimcisi. Ama gelecek günlerin yakmağı aynı zamanda. Canlı tutuyor yanmakta olan alçalışı ve kucaklıyor onun kendine pek benzeyen cevaptan kurbanlarını. Yarın muhakkak kucaklayacaklardır onu da çünkü o da yarının kurbanı olarak yaşatılmakta!
Yangını idare etmek ya da yakımı icra etmek arasında bırakılmış insan, bilincin üzerine kurulduğu iddia edilen tarihimiz içinde yalnızca alevin idarecilerine ve icracılarına yer ayrılmış. İnsan cevaplarla idare edilsin, ‘belirlenmiş’ cevaplar, yaşamın olanaklar alanını işgal edene dek icra edilsin diye, insanlık ikiye pay edilmiş. Kurtuluşu için cevabı sınayacağı, onu yerinden edeceği ‘yaratıcı eylem’ ihsas ve profesyonel fikirler alanına sürülmüş. Neyle sınamışlarsa onun bir parçasına dönüştürmüşler insanı, yangının ortasında artık alevlerin dokunmadığı küllere, buyrulmuş ve her yönüyle kuşatılmış cansız cevaplara dönüştürmüşler. Tutsak bırakan bir zorunlulukla oyalamışlar insanı, neden burada olduğuna dair sorması gereken soruyu unutmuş o da; yaşamının asli sorusunu unutmuş. Bir bilmeceye, bir muamma olarak fırlatıldığını unutmuş, sözde kaderini yaşıyor şimdi ve birbirinin aynısı cevaplardan biri olarak -bir tarih artığı olarak- ölümüne doğru yürütülüyor.
Fakat ölüme sabitlenmiş bir ‘cevap’ olsun diye mi fırlatıldı dünyaya insan? Ne diye fırlatıldı? Onu yeniden bir soru, başlangıç haline getirecek sunak, tarihin hangi yöresine gizlendi? Niye gizlendi ondan?
Tarih ve yaşamı bilincin üzerine inşa eden modern düşünce, uzun zamandan beri bu soruya bir cevap getirmeye çalışıyor. Çözmeyip, kesip attığı tarih yumağı ellerinde, insanın başına bu iplikle yeniden ne örülebilirin yollarını arıyor. Tecrübesiyle, hiç yanlış yapmayacağı yerden başlamak istiyor modern düşünce. Fakat elleriyle yarattığı tarihsel gerçeklik, yerinden kıpırdamasına mâni oluyor. Her şeyi unutmak istiyor şimdi, her şeyi unutmak istediği için kendine bir dayanak noktası da bulamıyor. İnsana yaşam olarak biçtiği “cevap” başına bela oluyor ve tarihsel bir sorun olarak bu “cevap” onu meydana getirenler tarafından aşılamıyor.
Pek modern çağımızın ve onun önümüzü aydınlatan cevabının ufkunda iki seçenek bize kendini dayatıyor; cevabı sürdürmek ya da cevaplar üzerinde tepinmekle tehdit ediliyor insan. Cevabı sürdürenler için dünya hayatı çok da zor gözükmüyor. Onlar -tıpkı bir gün tüm cevapları yerinden edecek olanlar gibi- dünyaya fırlatılmışlar ve fırlatıldıkları dünyayı ‘getirildiği’ haliyle kabullenmişler. Ve bir cevap olarak, cevabın içinde, kendi çıkarlarına en uygun noktayı seçmişler. Fakat onlar ateşi tanımıyorlar! Ve yangınlar içinde yakmak olmayı kabul ediyorlar. Ateş tarafından kül olarak tanınmakta da alevlerin arasında kendilerine en uygun payı kapmakta da gecikmiyorlar.
Cevabı sürdürmenin bir tür kölelik alameti olduğu söylenebilir. Fakat cevaplar üzerinde tepinmenin o kölelikten ayrıldığı söylenebilir mi?
Aksine, biz -cevaplar üzerinde tepinenler- de payımıza düşeni alıyoruz tutsaklıktan. Ve cevapların hadım bıraktığı bir bilinçle, bize kendini açtığını düşündüğümüz tarih haritası üzerinde yükseleceğimiz ya da pinekleyeceğimiz ‘Altın Çağı’ aranıp duruyoruz. Eylemlerimizin ufku ölçüsüzlüğe ve sınırsızlığa ulanacak diye eylemeyi unuttuk. Kazıktan kazığa gerinmiş suçlular gibi bizi tutuyor zaman, geçmiş ve gelecek arasında bekletiliyoruz. Şimdiyi yalnızca ondan utandığımızda, tiksintiyle hatırlıyoruz. Her şey bizim için cevaplanmış bir sorudan ibaret, biz de cevabı sürdürerek onaylayanlar gibi kendi gölgemizden mahrum bırakılmışız. Gölgeler üzerinde cevaplarla tepiniyor, bu yüzden geçmiş ve geleceğin hayaletleriyle boğuşuyoruz. Kendi zamanımız içinde, yeni bir başlangıç için yükseleceğimiz uygun konuma bir türlü ulaşamıyoruz. Cevapları onaylamayı kör bir oburluk ve uşaklıkla açıklarken, cevapların üzerinde tepinmekle, kurtuluşumuzu yokluk ve yoksayıcılığa varan “sonuçlarda” buluyoruz. Ve başladığımız yere, artık o yerden bile faydalanamayacak kısırlıkta dönüyoruz. Devrimci değiliz biz, kaderciyiz. Utkusuzuz, insan onurunu tümden unutmuşuz. Dostoyevski’nin çağının yasasını sınamak için yola çıkıp, geceyi batakhanelerde geçiren ölçüsüz kahramanları gibi, sınırlarımızı unutmuşuz. Sonucun dayattığı cevapları onaylamamakla övünürken, kendimizi onu reddederken bile sürdüren trajik kişiler olarak bulmuşuz.
Evet ateşi tanıyoruz biz, üzerinde tepinecek, ezber edecek kadar tanıyoruz ateşi. Ama yalnızca ateşi tanıyoruz biz, kurtuluşu değil.
Cevapları Sorulara Dönüştürmek
ya da Cevapların Karşısına Soru Olarak Dikilmek
Nasıl değiştiremiyor cevapları yüzyıllar ve nasıl ürpermiyor böylesi bir umutsuzluk karşısında insan? Oysa yüzyıllar öncesinden yaymıştı ‘umutsuzluk’ is kokularını evrene, usun aşırılıklarıyla sarsılmıştı yeryüzü yerinden. İlkçağları yöneten tragedya, aşırılıkla zincirlerinden boşanmıştı. O günden bugüne dağıldı ve silinip gitti mitoslar; yerini insan çığlıklarına bıraktı. Trajedimiz de böylece, karşıtlığın sınırlarını aştı.
“Bizim için trajik olan bu” diyecekti Hölderlin, “Bir muhafazanın içine tıkılmış, canlılar dünyasından suspus gidiyoruz. Alevlerin yaktığı kişiler olarak, hükmetmeyi başaramadığımız alevin kefaretini ödüyoruz.” Ondan yıllar sonra şüphe içinde Tanpınar, “Hakikaten bir kemalin arkasından mı gidiyoruz” diye soracaktı, “yoksa (yalnızca) zalim zaman nizamından mı şikâyet ediyoruz?” Şair Hölderlin şikâyetin ötesine geçmek için doğru soruyu seçmişti; çağının payına düşen yangınlar karşısında trajediyi mi seçmeliydi insan, komediyi mi, yoksa idili mi? Aleve boyun mu eğmeliydi, uzaktan alay mı etmeliydi onunla? Yoksa alevlerin karşısına bir başka alevle mi dikilmeliydi? Hölderlin bugün yeryüzünün, o ateş tanrısı ve kurtarıcı Prometheus’un tekniğiyle tutuşturulduğunu sezmişti. Biz de buna karşı seziyoruz ki tepeleri arşınlanmalı, tezgâhları tekrar kurmalı ve ateşi yeniden bulmalıyız! Ama -bu kez- bir başka ateşi; cevapları sorulara çevirecek ve daha ötesi cevapların karşısına bir soru olarak dikilecek, kendi ateşimizi.
Biliyoruz ki, bu çağ bizim çağımızdır, ondan kaçamayız. Ama ömrümüzü cevapları sürdürerek ya da cevaplara lanetler ederek geçirmek istemiyoruz. Öyleyse kurtuluş için, yangını aşacak ‘ölçüye’ ulaşmak zorundayız. Fatihin şehirleri yerle bir ettiği, kölelerin özgürlük utkusuyla efendilerle çarpıştığı tutarlılık çağında böylesi kolay olurdu. Biz onu yoktan yaratmak zorundayız. Yalnızca kendimizi çıldırmaktan uzak tutmak değil, yanmakta olan çağımızı da kendi çılgınlığından; üstünde tek bir çiçek bile bitmeyecek kül olma çılgınlığından kurtarmak zorundayız.
Peki ama topyekûn çılgınlığa ve aşırılığa sürüklenmiş bu çağ hala kurtarılabilir mi? Kurtuluşu da sıkıştırmaz mı aşırılıkla?
Öldürülmemeyle, yurt toprağını seçmek arasında bırakıldığında Odisseus, kendine has, tekinsiz olan “mutluluğunu” seçmişti. “Mutluluk vaadi” içeren toprağını. Ve bu yolla ölümü. Ama biz çağdaş insanlar, ölümden öte köy aramak zorunda bırakıldık. Çağımız kendisi uğruna yaşattığı ‘ölümü’ bizim tekinsiz başkaldırımızın aşırılığı olmaktan çıkardı; onu da kendi ‘cevabı’ kıldı. Yurdumuzu arıyoruz şimdi; ucu ölüme varmayan kurtuluşu! Öyleyse cevaplar içinde dönenmekten de, cevaplar üzerinde tepinmekten de vazgeçeceğiz. Yangını kabul edecek ve onu bir çırpıda el değiştirmeye ikna etmeye çalışmaktan kendimizi alıkoyacağız. Çünkü zor olan budur; ütopya ve devrimle dolu ruhumuzu, ateşler içinde taze etler pişireceği günü beklemekten alıkoymak! Dünyayı değiştirmek falan değildir bugün elzem olan, dünya neyse o olduğuna göre, onu olduğu gibi kabul etmektir! Kurtuluşsa hemen ardından belirebilecektir.
Tanpınar'ın, İbni Haldun’un ‘Coğrafya kaderdir’ sözüne düştüğü şerh; “Şartlarını büsbütün unutanlar için perişanlık mukadderdir” oluyordu. Biz de sırtımıza vuran güneşe hayıflanmak yerine, önümüze düşen gölgeyi kabul edeceğiz. O gölgenin üzerinden atlayamayacağımıza göre, onun niteliğini değiştireceğiz. “Tehlikenin olduğu yerden gelmeyen her kurtuluş” diyor alman filozof; “hala salim olmama kapsamındadır.” Önce gölgemizle yüzleşeceğiz!
"Yunanistan üzerine mi yazayım, bahar üzerine mi,
yoksa zamanın ruhu üzerine mi?"
Nedir tragedya? Nasıl işlemektedir? Bu soruya cevap vermeden insanın kurtuluşundan söz etmek imkansız gözüküyor. 'Kurtuluş denemeleri' çağının trajedisi karşısında insanın konumlanacağı yeri sorgulamak için kaleme alınıyor. Şehir-devlet fikriyle kurgulanmış tragedyanın bugün büründüğü sonsuzluk koşullarını ve doğa-insan-tarih karşıtlığını tıkayan yozlaşmış diyalektiği incelemek istiyor. Son dönem 'tragedya araştırmacıları'nın belirttiği gibi, gerçeklik karşısında sonsuzca yurtsuz bırakılmış insan için yurdun ne anlama geldiğini bilmek istiyor. Trajediden, komediden ve idilden geçerek çağdaş insanın kurtuluşunu arıyor. O kurtuluş, umutsuzluk ve işkenceden başka bir şey vadetmeyecek olsa bile, bilmek istiyor. Aristoteles’in tarifiyle; kendi içine kapanmış bir çağın tasvirinden çok, soylu ve ahlaki bakımdan tutarlı bir eylemin taklidi olan tragedyada; çağdaş insanın kendi çağı karşısında ‘alışkanlık haline getireceği’ soylu ve ahlaki eylemi arıyor.
Hegel’in karşıtların birliğini bulduğu yerde, Heidegger çözümsüzlüğü bulmuştu. Hölderlin ise yurdu ve yurtsuzluğu. Fakat denemelerimizin ilgilendiği şey bunlar değil. Boyunu aşıyorlar çünkü. Çok daha çıkarcı bir yöntemi benimsiyor bu denemeler, tragedyadan ‘kurtuluş’ için faydalanmak ve onda insanın karşıtını, “yabancısı” olduğu şeyi bulmak istiyor. Bu yabancılık, çağdaş insan için “bireysel” bir kurtuluşun yolunu açabilir mi? Bilmek istiyor.
Daha sonra ormanlardan, ırmaklardan ve patikalardan söz açmak isteyen kurtuluş denemeleri, aşırılığı ve ölçüsüzlüğü benimsemiş çağının içinde, insan için tutarlı bir uygunsuzluğun, kutsamanın ve yerinden etmenin yöntemini arıyor. Bu yöntem, doruk noktasında kendi yerini retoriğe bırakacak ve gelecek kuşakların 'yurdu' tekrar bulması için yıkması gereken bir yurtsuzluğa varacak olsa bile, edinilmişi sömürmenin değil, onu yükseltmenin yollarını arıyor.
Cahit Çatak