Çağımızın Sorusu*
- hareketveisaret
- 24 Ara 2024
- 4 dakikada okunur
1749’un aşırı sıcak yazında, Paris’ten Vincennes’teki evine giden iki fersahlık yolu hızlı adımlarla yürüyen bir adam, sıkılmamak için yanına aldığı Mercure de France dergisini ceketinin cebinden çıkarır ve sayfalara göz gezdirerek yürümeye devam eder. Az sonra gözüne, Dijon akademisi’nin dergi içerisinde yayınlandığı şu soru ilişir; “Bilimlerin ve sanatların gelişmesi ahlâkın bozulmasına mı düzelmesine mi yardım etmiştir?” Soruyu okur okumaz beyninden vurulmuşa döner adam, başka bir dünyanın kapısını aralar, soruyu okumadan önceki adam olamaz artık. Evine giden tüm o yolu bir başkası olarak yürür, yürüdükçe dünya da onun için bir başka dünyaya dönüşür.
O günü şöyle anımsayacaktır; “Hatırlayabildiğim kadarıyla o gün Vincennes’e vardığım zaman çılgınlığa benzer bir coşkunluk içindeydim. Diderot farkına vardı: Nedenini söyledim ona ve bir meşe ağacının dibinde Fabricius ağzından kurşun kalemle yazdıklarımı okudum. Düşüncelerimi geliştirmeye teşvik etti beni. Dediğini yaptım; yapmamla da başımı belâya sokmuş oldum. Ondan sonraki hayatım ve felâketlerim, o gaflet ânının kaçınılmaz sonucu oldu. (…) Duygularım akıl almaz bir çabuklukla düşüncelerimin düzeyine yükseldi. Doğruluğun, özgürlüğün, erdemin coşkunluğu bütün küçük tutkularımı sildi süpürdü. İşin daha da şaşırtıcı yanı şu ki, içimdeki bu kaynaşma dört beş yıldan fazla sürdü, hem de belki hiçbir insanın yüreğinde ulaşamadığı bir taşkınlıkla.”
Rousseau o andan sonraki tüm hayatını, bu soruya verilmiş bir cevap olarak sürdürdü. Nitekim kaçamazdı bundan; “Artık benim için özgür ve erdemli olmaktan, serveti ve şöhreti hiçe saymaktan, kendi kendine yetmekten daha büyük, daha güzel bir şey yoktu…” Çaresizlikle de olsa sahiplendi kaderini; çağının sorusunu ve ona cevap vermeye yeltenen sesini. Fakat Rousseau şanslıydı, çağının sorusunu ortaya koyacak kurumların işlevini yerine getirdiği bir çağda yaşıyordu. Çağı da şanslıydı ama, çoktan içinde büyüttüğü cevabı ortaya sermek için sorusuna çarpmayı bekleyen bir adamı içinde yaşatıyordu!

Her çağın bir sorusu vardır. Bizim çağımız kendi sorusunu bir alçaklık uğruna gizliyor. Tümüyle teşhirci bir çağ bu, kendini teşhir etmiş bir çağ! Yarattığı her şey çağdaş dolayısıyla; devindikçe kendi cesetlerini, ölü sevicilerini, fetişlerini yaratıyor! Ama böylesi çağların bile bir sorusu vardır. Dayattığı cevaplar üzerinden teşhir ettiği, parlak ve çelikten bir zırhla gizlenmiş bu soru nasıl ortaya çıkarılacaktır? Henüz ilk sayıda anladık ki; gözlerimizi bizden alamadı parlaklık ve o çelikten zırhı omuzlarımızdan sıyırıp attık; daha ilk adımda çağımızın sorusunu aramak, ona bir cevap bulmak üzere yola çıktık. Hareket ve İşaret’i kendi çağı doğurdu. Anladık ki, çağının hem sorusu hem de cevabı olarak doğdu Hareket ve İşaret. Yüzyılların uğultusu kulaklarımızı çınlattı; duyduk, şöyle sesleniyordu ateşle kucaklaşıp güreşmek isteyen orman tanrısına o yarı tanrı; “Ey orman tanrısı; dokunup sarılma ona, çenendeki sakalından olursun, çünkü ona dokunan yanar.” Ateşin doğası üzerine, ateşin yaktığı ellerimizle, kendini ateşe dayatan varlığımızdan doğdu Hareket ve İşaret. Kulaklarımız çınladı, çınladıkça çenemiz bir ateş artığı gibi daha da açıldı; bugün artık sakallarımızdan filizleniyor isyan! Başlangıçtan bugüne isyanla geçen zaman; çağın kısır ve arsız ateşini, yaşamın azgın ve doğurgan ateşine; gerisin geri düşüşünü sıkı bir çakılışla taçlandırmak üzere olan bir adamın öfkesini, her adımda bıçağını sabır ve sükunetle bileyen bir adamın isyanına çevirdi! Nerede adak diyecek belki okur; hani balta ve bıçak? Cevabı, çağımızın yıkıma hazır doğrucu putları ve bizi kendi ateşiyle yoklayan şu makus tarihimiz açıklayacak!
İsyanımızda uslu ve konforlu bir teklif bulamayanların eleştirisinde elbette bir haklılık bulunabilir, çünkü bir teklif yapmadık biz; her adım, her şart ve durumda kendimizi ve çağımızı hizaya çekebileceğimiz bir dost yaratmak istedik yalnızca. Bu yüzden, cinsel bir hazla karşılandığımızı söyleyen okur da boynundaki ipten kurtulduğunu söyleyen çocuk da ümitlendirdi bizi. İlk sayımızdan bugüne yeni dostlar edindik ve her birinin varlığında çabamızın anlamını daha net kavradık. Hatta öyle ki, çoğu zaman kendi varlığımızın unuttuğumuz kısımlarını yeniden hatırladık. Gerçekten her çağın bir sorusu vardır. Bizim çağımızın belki birkaç tane! Fakat hepsi aynı soruya bağlanıyor; Bugün insanın, yadsıyan ve yadsınan tek bir şey yaratması mümkün mü? Bugün insanın suçsuzluğunu ispatlayacağı yahut çağı onaylamak dışında suça değer kazandıracağı tek bir ilke bulunabilir mi; ona kendini dayatan çağın tini dışında bir tinselliği sürdürebilir, daha ötesi tarihselleştirebilir mi? Çağımız cinayetlerini fısıltılarla işlediği için, kültür ortamımız rezil hırslardan ve mukaddes bir cehaletten oluşan kibir abidesine dönüştüğü için bu soruyu sormak bize kaldı. Ama ne kastediyoruz bu soruyu sormakla biz? Bugün onca cevap arasında yaşamaktansa, yeni bir mutluluk anı yaratmanın, varlığımızı bu çağcıl sorunun kanlı cevaplarına adamanın ne türden bir anlamı olabilir?
Çağımızın korkunç sessizliği ve bizim yüzyılların coşkusuyla azıp coşan bir kalp gümbürtüsüyle geçirdiğimiz son bir yılın ardından bir durumun ispatını duyurmak boynumuzun borcu; susku ve nefretle karşıladı zamanımız bizi ve bir kültür atmosferinin varlığından söz edecek olsaydık eğer derdik ki yalnız ve nefessiz bırakıldık. Neyse ki yokmuş böyle bir ortam, kültür adı anıldığında kimsenin eli silahının tetiğine gitmiyormuş belki ama tıpkı bir Godard şakasında olduğu gibi; herkesin eli, en önce ve yalnızca çek defterine gidiyormuş. Tıpkı çağımız gibi kültürel ortamımız da yok-sayıcılıkla malulmüş! Bunu konuşmanın lüzumu olduğunu düşünmüyoruz, yalnızca utangaç ve çekingen kuşağımıza bir gerçeğin varlığını duyuruyoruz. Diyoruz ki açıkça, kara çocuklar yüzlerini gizlemesin; çünkü burada kimse size, kim olduğu anlaşılmasın diye yüzünü çevirip bakmayacaktır. Ve gözlerindeki bayağılık anlaşılmasın diye en önce bakışlarını kaçıracaktır. Varlığınız tanınmadığı gibi, rezil olma lüksünü de elde edemeyeceksiniz. Diyoruz ki, kimse inandığını söylemekten çekinmesin; çünkü bu düzenbaz, yalancı ve cahillerin yürütücüsü oldukları kültür ortamımızda muhatap alınacak tek bir düşünce kırıntısıyla, şiirsel inanışla, onurla sürdürülmeye çalışılan bir yaşamla karşılaşmayacaksınız. Konu eninde sonunda, kimin kimden ne çıkarı olacağına; kimin kimi düzeceğine bağlanacak!
Rousseau çağının sorusuna bir mektupla, yalnızca bir mektupla açıklık getirmişti. Bugün biz o çağın sorunlarını, onun yazdığı mektupla seziyoruz. Hareket ve İşaret’in bu sayısı yakıcı bir mektup şeklinde hazırlandı, daha doğrusu fark ettik ki, tüm eylemlerimiz kendi muhatabını belirleyen birer mektuptan ibaretmiş. Bugün, yıllar sonra bir dostumuzun kapımızı çalarak, dile getirdiği şu cümlelere muhatap olmanın onurunu yaşıyoruz; “Bugüne dek büyük ırmaklardan bile heyecanlı olanın karlı bir gece vakti bir dostu uyandırmak olduğunu düşünürdüm, bugün karlı bir gece vakti bir dost tarafından uyandırılmanın ne büyük bir yüceliş olduğunu anlıyorum.” Yedinci sayımızın yayılım sürecince duyduğumuz bu cümle, aradığımız anlamı bulmak, tüm bu çabayı devam ettirmek için bize yetti. Üstelik artık yalnız değiliz; yeni dostlar edindik!
--------
*Hareket ve İşaret Dergisi'nin 6. sayı sunuş metnidir.