top of page

Hareket ve İşaret Manifestosu

  • Ömer Faruk İslamoğlu
  • 25 Tem 2024
  • 23 dakikada okunur

Güncelleme tarihi: 27 Tem 2024

“...Benim de asabi bir dönemim, duygusal bir dönemim oldu

ve hâlâ bir mahkûm gibi boynumda bunun izini taşıyorum.

Yanmış elimle, şimdi ateşin tabiatı hakkında cümleler yazmaya hakkım var.

Sen beni bu dönem henüz bitmişken, erişkinlik çağına geldiğimde tanıdın,

fakat öncesinde, bir vakitler, yaşamda şiirin gerçekliğine

ve tutkuların plastik güzelliğine inanırdım...”

Gustave Flaubert

 

ree

Bizim diyalektiği kavrayış biçimimiz dünya tarihinin bu topraklara biçtiği rolün bize öğrettiklerinden ileri geliyor. Dolayısıyla onun çözümsüzlüğü, bizim çözümsüzlüğümüzü de beraberinde getiriyor. Bir türlü başlamayan fakat yüz yıldır sürdürülen bir savaşımın, dalaverenin mahsulleriyiz. Bilincimizi bir kargaşa yönetiyor. Verimsiz bir fikir yürütmeyle yürüyoruz sonuca. Ama daha çok biz sonuca yürümeye kalmadan; o gelip bizi buluyor. Böylece zihinlerimizi bir sonucun yönettiğini hatta daha fazlası; bir sonuç olduğumuzu öğreniyoruz. Elimize tutuşturulan ne ise onunla yürüyoruz. “Bana kalan bu” diyoruz. “Bana kalan bu! Bununla yetinmeliyim.” Çağımız geçmiş denen o ölgün ideolojiden sıyrılmanın, şüpheden, kuşkudan ve kalıplardan kurtulmanın çağı olarak adlandırılıyor. Her birimiz zincirlerimizi kırıp atmakla övünüyoruz. Birisi kalkıp da Ortaçağ’a özgü bir eyleme giriştiğinde, kötücül bakışlarla, “bu çağda!” deyiveriyoruz. Alışkanlıkların, kokuşmuş törelliğin, yıkılıp da geçildiğine inanırken, reddettiğimiz tarihselliğin sonucunun -yahut en düzeysiz yollardan devriminin- bir kazanım olduğundan da şüphemiz yok.

 

Tarihselliğimiz, nasıl sonuç olmayı kabul etmeye başladığımız anda ya da sonucu parçalayan devrime ikna olduğumuz anda çığırtkanlaşıp, sahiplenici ve hatta buyurgan bir retoriğe bürünebiliyor? Kanlı diyalektiğin reddi olan, yeni ve insancıl çağı bir sonuç olarak mı, bir uğrak olarak mı, yoksa kuramcıların köşeye sıkıştığında sığındığı negatif bir diyalektik olarak mı okumalı? Neresinden tutsak elimizde kalan bu şey ne? Bize tutkularımızı geri verebilecek mi? Ya da içinde devindiğimiz ve her gün yeniden kurmak zorunda olduğumuz tarihi?

 

ÇAĞIMIZIN KRİZİ

Çağcıl bir dehşetin içinde yaşadığımız gerçek. Fakat bir tarih varlığı olmamız dolayısıyla, çağımızla yüzleşmekten kaçamayacağımız da gerçek. Sırt çeviremeyiz, çünkü çeviriyormuş gibi yaptığımız anlarda bile kara bir gölgeyi üzerimizde dolaştırdığı da gerçek. Tarihselliğimizi de reddetmek gelmiyor elimizden, çünkü görmezden geldiğimizde, tarihe etki edemeyecek varlıklar olduğumuzu kabul edip yaşamlarımıza gömülüp sürüklendiğimizde bile çağın bizim için biçtiği yazgının yaşamımız üzerindeki etkilerine tanık oluyoruz. Taş gibi kasılıp kalsak, kendimizi dondurmanın bir yolunu bulacak olsak, durumumuz yine de bir anlama gelirdi. Çünkü bu da bir tutumdur; yaygın tinselliğin yararına bir tutum. Devinim tamamlandığına ve bizler kaçamayacağımız bir gerçeği yaşamlarımızla onaylamak zorunda kaldığımıza göre seçim yapmak kadar yapmamak da bir tutumdur. Seçmemenin, kendine tanıklık atfetmenin bir tutumu ifade ettiği tarihçiler tarafından konuşuldu. Fakat tarihçi tarafından konuşulmayan bir gerçek var. Bizleri bu dergiyi çıkarmak zorunda bırakan çok daha keskin bir gerçek. O da seçimlerimizin, tanık olmakla aynı tutumu ifade eder hale getirilmesi. Nedeni ise çok açık: Tarihçi tarihin hakikatini belirleyen evrensel ideolojinin mantığını araştırmasının yöntemi haline getirmekte. Nedir bu yöntem? Düzleştirme ve bu yolla evrenselleştirme. Tarihçi dünyanın getirildiği yerden oldukça memnun. Memnun değilse bile, savgüden bir açıklığa ulaşmaktan kaçtığı ortada. O, elekten geçirdiği ve ancak değerinden arındırarak betimlediği insanın inanç ve seçimleriyle beliren kararı, krizi kapsamlaştırmak için kullanıyor. Tutkularımızı körlerin ve sağırların mahkemesinde kırbaçlanırken buluyoruz. Kavgamız, korkularımız ve çığlıklarımız dilsizleştirilip tanığın sessizliğine katılıyor.

 

Bizler tarihçinin nesnel tavrını reddediyoruz. Çağın ona öğrettiği budayıcı mantığı da. Kararsızlığın, ertelemelerin, seyirci olarak kalmanın bir tutumu ifade ettiği doğrudur; tarih ırmağında her şey akıp gitmekte, bizler de onunla birlikte, onun aktığı yöne hareket etmekteyiz. Herkes susuyor. Sessizliğin de bir dil olduğunu, çoğul konuştuğunu öğreniyoruz. Seçimlerimizin tıpkı tepkisizin tutumu gibi aynı anlamsızlığa ve yetkesizliğe ulaşması bizlere tek bir gerçeği gösteriyor; ilkçağlara özgü, insanı bedeninde ve emeğinde tutsak kılma ortadan kalkmıştır. Ve insan varoluşu “zorunlu bir içerikte” esir alınmıştır. İnsanın özü; tek bir yöne doğru, binlerce farklı biçimde gürleşebilir artık. Özgürlüğün öznesi olan insan değil, insanı özgürleştiren tinsellik alanı, yaşamın o büyük kavramı bir kavram olmaktan çıkıp kapitalizmin belirlediği mutlaklıkta törel bir hakikat, kader olgusu haline getirildi. Özgürlüğü mümkün kılmanın, onu yaşamla ve ölümle kesinlemenin yerini, belirli bir özgürlükle oyalanmanın yanılgısı aldı. Nasıl bir lanet ki bu, artık tarih derken kapitalizmin tarihselliğini, özgürlük derken katıksız bir ideolojiyi imliyoruz. Başkaldırı sanki tarihe ve özgürlüğe karşı yapılmış gibi bir izlenim uyandırıyor. -İnsan özgürlüğün nesnesi artık, bu yolla kendine yabancılaşmış.- Bu yüzden önceden tarihselliğe ve eylemiş olmaya katılırdı tanıklık: şimdi eylemlerimiz tanığın eylemsizliğiyle eşitlenmekte. Yaşam biçimlerimiz, seçimlerimiz ve özgürlüğümüz, tinin hegemonyasında “insanlık durumu” haline getirilmiş. Bize bırakılan sonuçların çağın ülküsü yoluyla eşitlendiği, eylemlerin eylemsizlikle tanıtlandığı bir yaşam. İnsan varoluşunu yasa yoluyla “zaten belirlenmiş” olarak yok sayıp kendini var kılan demokrasi.

 

Sonuçlar yalnızca tarihsel ideolojinin buyruğunda değil, onun kendine atfettiği edimsellikte de eşitlenmişse, şeylerin değerini de peşinden sürükler. Böyle olduğunda iyiyi kötüden, suçu suçsuzluktan, haysiyeti haysiyetsizlikten ayıramazsınız. İnsan suçsuzluğunu kanıtlamak için suça, haysiyetini korumak için haysiyetsizliğe bulaşmaya başlar. Çocuklarına iki oda bir ev bırakabilmek, babalık onurunu koruyabilmek için, yıllara yayılmış bir borcun altında onurunu yitirir baba. Onura ev sahipliği yapabilmek için, onursuzluğun yurduna kucak açar. Suç ve suçsuzluk, insanın onuru ya da onursuzluğu yalnızca yasanın buyruğuyla birbirinden ayrılmaya başlar. Olumsuzlamanın değeri ya da eylemin hakikatliliğiyle değil. Katil maktülden, tanık zabitten ayrılmaz olur o zaman. Seçim; belirlenmiş sonuçlar içinde, istemek ya da istememek olarak ikiye ayrılıverir. Ona bahşedilen tarihsel bilinç yoluyla eşitlenir deneyimler. Böyle böyle haklılık kazanır tarih yasası. Çünkü artık seçim yapılan şeyin değeri değil, sonucu yargılanmaya başlar. İnsan da ne olacağına, değeri için değil, sonucu için karar vermeye başlar. Öyle ki bir süre sonra, sonuçta eşitlenmek için eyleme geçerken bulur kendini. Suçsuzluğunu kanıtlamak için suçu sürdürürken. Her şey tarihin içinde, tarih-dışı bir trajediye dönüşür. Kendini akıldışılığın içinde akılla açıklarken bulur. Bizim için durum farklı mı sanki? Eğer seçmemiz gereken şeyi bulamazsak, tarihin akışında, padişah olmakla fahişe olmak arasındaki farkı da bulamayacağız. Trajediyi kabullenmiş dostlarımın “öyleyse neden padişah olmayayım ki?” demesinden anlıyorum bunu. Ama neden padişah ya da fahişe olmak zorunda olalım ki?

*

Çağımızın krizi yalnızca bizim ya da şeylerin sonuççulukla yargılanıyor olması değil. Sermaye, kendini yaşamın hakikatine dönüştürüp, tarihsel diyalektiği himayesine aldığına göre, insanın kaderi de onun tarafından belirlenmiş oluyor. Kaderin, belirli bir yazgıya o yazgının bilinciyle sürüklenmek olduğunu biliyoruz. Kaderi trajik hale getireninse sonucun kendisi değil, bilincimiz üzerinde kurduğu hakimiyet olduğunu da. Suç gibi bir uçla başlamıştık krizi ortaya çıkarmaya, konu kadere geldiğinde ölümle devam etmemiz gerekir.

 

İnsan ilk trajikliğini ölümün bilgisiyle kazanır. Gerçek ne kadar belirgin ve yalansızsa, bir o kadar esareti buyurur. Son eğer kaçınılmazsa, insan onu anlamlı kılmaktan başka bir çaresi olmadığını bilir. Ölüm karşısında gülmek de, ağlamak da elindedir. İlk değer, ölümün belirlediği değerdir. Bir şey ne kadar gerçekse, bilinç o kadar trajikleşir ve insan onu yok edemeyeceğini anladığında, onun karşısında durumunu değiştirmesi gerektiğini öğrenir. Ahlak da, yaşamın ve ölümün değeri de böyle ortaya çıkar. Böylece her insan ölür ama ölüm her birinde başka bir anlamı bulur. İlk insan, ölümle yüzleşmek zorundaydı. Çünkü yaşamın içinde bilebileceği tek gerçek sonuç buydu. Gerçekten emin olduğu tek yargıyı, bir başka yargıyla anlamlı kılması gerekirdi. Eğer tanrı gerçekten de olmasaydı, insan yine de onu yaratmak zorundaydı; ölümü aşmak, onu anlamlı kılmak için. Tarihin ölüme karşı açılmış bir savaş olduğu söylenir. Ama eksik söylenir, tarih ölümsüzlüğe karşı da açılmış bir savaştır. Yok etmek için değil; kendi mantığına dahil etmek için! İnsan ölümü yadsımayı, aşkın ve bilemediği fakat eylemleri sonucunda bilebileceği bir gelecekle -öte dünya fikriyle- başarabilirdi. Diyalektik onu şimdiye getirebileceğimizi öğretti. Tüm bu anlatıda hiçbir sorun yok, her tarihsel ideoloji, tanrı karşısında yahut onunla birlikte, sonsuzluğun vasıflarını tarihselleştirmek ister. Sorun daha çetrefillidir. Çünkü tüm bu ideolojilerin ufku olan tarihsel ütopya, kapitalizmin gerçekliğiyle inşa edilmiştir.

 

Ölümün eşitleyiciliğine karşı adaleti arıyorduk, öte dünya bizi kurtuluşla değil, adaletle teskin ediyordu. İnancımızın kaynağı cennetin ırmaklarında değil, cehennemin varlığında duruyordu. Bu yüzden Tanrı’nın bağışlayıcılığı, Tanrı’nın yokluğu fikrinden daha fazla can yakabiliyordu. Ama gerçekten adil yargıyı mı arıyorduk biz, yoksa ne şekilde olursa olsun bağışlanmayı ya da arınmayı mı umuyorduk. Ölümsüzlüğün ve sonsuzluğun yasası tarih eliyle dünyevileştirildiğinde, bunu yine ölüme anlam katmak dolayısıyla bu yolla yaşamı da anlamlı kılmak için yapmalıydı; zaman bir şekilde adil kılınmalıydı. Batı düşüncesi kendini yalancı bir iyimserlikle tarihin ve yasanın insan ilişkileriyle yapıldığı üzerine kurdu. Hegel daha öngörülüydü, sonucun kendini yaşamın içinde “arzu ve güç” yoluyla açtığını görebildi. Bugün artık çok acılı yollardan da olsa biliyoruz ki tarih mantığı kendi kendine var olmamıştır. Efendi eliyle, Tanrı’nın, öte dünya fikrinin, dinselliğin diyalektiği üzerine çöreklenmiştir. Ve bu yolla aşkınsallığı evrene, dünyevinin sınırlarına, tarihsel diyalektiğinin içerisine çekmiştir. Böyle olduğunda; insanın iman ederek kazanacağı sonsuzluğunu; tarihsel doyum, toplumsallık ve belirli ritüellerle edindiği dinselliğini; yaratılışını ve yasasını haklılaştıran ‘aşkın varlığı’ da yeryüzüne getirmiştir. Yaşamın da, ölümün de anlamı şimdi buradadır. Dolayısıyla zorunluluk, özgürlük ve ceza da. Şimdi burada devrim fikrine de diyalektik tutarlılığını sağlayan mantık, ilişkilerin kendi ilkelerini koruyarak mübadele yoluyla yarattıkları bir tini mi haber veriyor yoksa efendinin kendi ufkunu yararcılıkla tarihin mantığına dönüştürdüğü ussallığını mı? Toplumsal ve sınıfsal ilişkiler yoluyla bir tarih kuracağımızı iddia etmemiş miydik? Öyleyse neden efendinin usuyla yargılarken bulduk kendimizi?

 

KRİZİN MANTIĞI

Sormamız gereken soru tarihselliğin, dolayısıyla ölümün ve yaşamın yetkesinin kimin elinde olduğudur. Sorun bizi neyin yargıladığını bilmektir. Kabul etmemiz gereken gerçekse yargıya muhtaç varlıklar olarak yaratıldığımızdır. Gerçeği buradan konuşmaya başlayabiliriz. Bizi neyin yargıladığını bilmekle özgürlüğümüzün kimin teminatı altında olduğunu öğrenmiş oluruz. Yargıya muhtaç varlıklar olduğumuzu bilmekle trajiğin alanına girmiş oluruz. O zaman özgürlük fikrinin bir zorunluluktan doğduğu anlaşılır. Ve o zaman tarih, tutsaklar ve özgürler olarak ikiye ayrılmaz olur. İnsanın kendi özgürlüğünün tutsağı olduğu anlaşılır. Bunu özgürlüğünü reddeden tek bir kişiye rastlayamayacak olmamızdan anlamamız gerekir. Oysa özgürlüğünü kesinlemek için ölüme yürüyenlerle doludur tarih. Öyleyse özgür olup olmama konusunu bir kenara bırakabiliriz. Elimizden özgür olmak dışında başka bir şey gelmediğine göre, onu nereden edindiğimizi konuşmamız gerekir. Kapitalizmin olağanüstü bir din, efendisinin kışkırtıcı bir zekaya sahip olduğu doğrudur. O, diyalektiğe neşvesini verenin karşıtlık olmadığını bilir. Çözümün ilişkiyi yargılayan bir tarih tanrısı yaratmak olduğunu da. Bu kutsalın bilinciyle, özgürlüğün gözünden bakılacak olsaydı her şey zorunlu gözükürdü. Zorunlu olduğu içinse anlamsız ve kısır.  Bu yüzden ne kadar aşağılık olursa olsun, çağın tiniyle sürüklenen insan eylemleri, kutsal bir haklılığa ve ideolojik dayatma haline gelmiş özgürlük fikrine yaslanır.

 

İnsanlık tümele nitelik kazandırdığı yanılgısıyla binlerce yıl oyalanabilir. İlişki çözümsüz ve homojen kılındığında, neyin uğruna çarpıştığını ya da itaat ettiğini unutuverir köle -ama en çok neyin uğruna isyan edeceğini-. Bu yüzden zincirlerini söküp atacak olsa bile, özgürlüğüyle ne yapacağını bilemez. Özgürlükle ne yapılacağı çetin bir sorudur gerçekten. Karşıtlıkla, karşılıklı ilişkiler yoluyla kurulduğuna inanılan bir tarihte ötekini öfkeyle sınamak, zaferle kucaklamak anlaşılır bir yanılgıdır. İki şeyi bilebilir o zaman köle; özgürlüğün bu ikili ilişkinin dışında bir yerde yattığı gerçeğini ve özgürlüğünü daha soylu kılacak ötekinin varlığını. Şöyle diyebilirdi mesela köle: “Acaba ben başkasıyla girdiğim bu ilişkide, ona doğru ya da onun konumuna doğru değil de, ilişkimizi makul ve durumumuzu adil kılacak başka bir şeye doğru mu özgürleşiyorum. Öyleyse adalet için isyan etmeli, efendimin olanakları(konumu) için değil.” Fakat artık bunu diyebileceği konum elinden alınmıştır. Köle yalnız, yapayalnızdır. Çarpışacağı bedeni arar durur: Karşısında yaratılmış kendilik imgesini bulur.

*

İlk başlarda diyalektiğin içindeki konumumuzun küçük düşürücü olduğunu düşünmüştük, sonraları diyalektiğin bir yanılgı üzerine kurulduğunu, fakat şimdi daha tehlikelisi, diyalektiğin öznenin kendisiyle olan ilişkisine indirgendiğini gördüğümüzde sorunun devrimci yahut değil diyalektiğin hizmet ettiği tinsellikte, evrensellikte ve tarih nesrinde yattığını anlıyoruz. Korkutucu, fakat gerçek; tarihsel bir varlık olmamız, biyolojik bir varlık olmamız kadar gerçek bir şeyse ve bizler tini yürütmeye, özgür olmaya zorunlu varlıklarsak bize kim olduğumuzu söyleyen; ne yapabileceğimizi ve neyin uğruna yaşadığımızı öğreten bir gerçeğe hizmet ediyoruz demektir.

 

Yaşamımıza bir şeye hizmet etmek dışında bir anlam veremeyeceğimizi öğrendiğimizde trajiğin alanına gireriz. Fakat önce arzu ve güce dair, yani içinde yaşadığımız çağın değerlerine ve onun ölümcül tinine dair birkaç şey söylememiz gerekir. Köle-efendi diyalektiğinin güç üzerine inşa edildiği doğrudur. Fakat bu ikili ilişkiyi kavramsallaştıran ve tarihselleştiren ilerleme yanılgısı arzuyla belirlenmiştir. Bugün durum hala böyle. Tarihi güçlü olan yönetiyor. Öyleyse arzulamamız gereken şey güçtür. Fakat bu güç, yaratıcı eylemlerimizle, yaşamın erdemleriyle kazandığımız bir güç değil, efendinin bileyerek ettiği tinselliğin içindeki güçtür. Efendinin gücüdür. Bunun için birbirimize ettiğimiz güçlü ol telkinlerinde üçüncü bir kişinin, aşkın bir konumun varlığı kendini gösterir. Güçlü olmak aşkın bir konumun altında, biri gibi olmaktır. Bu çağda kimsenin aklına kendi güçleri olabileceği gelmez. Gücün kendisi kutsal tarih tarafından belirlendiği içinse, kimse kendi gücünü nereden edinebileceğini sorgulamaz. Oradadır ve hizmet karşılığında satın alınır. İstencin efendinin tarihinden bir an olsun ayrılmayan ve onun dışında düşünülemeyecek düğümünü gerisin geri çözecek olsaydık, tarihin tikelin arzusunu işgal etmiş mantığına ulaşıverirdik.

 

Tarih yalnız güçle kurulan bir şey olsaydı, diyalektikle daha iyi bir sonuca ulaşmak mümkün olabilirdi. Fakat zaman bize; tarihin arzudan ibaret olduğunu öğretti. En acı yollardan öğrendik bunu. Yalnızca efendinin arzusuyla mutlaklaştırılmış bir tarih olduğu için değil. Hayır, kölenin efendinin arzusunda kendi imgesini yaratmasından dolayı da değil; daha korkunç bir gerçek. Çünkü eğer tarih arzuyla inşa edilmişse sonuç en başından biliniyor demektir. Bu yüzden emperyalizmin soyut halesi; arzunun arzulanması yoluyla inşa edilmiştir. Politik ve kültürel hayat; felsefenin şu, olumsuzlamanın olumsuzlanması, eleştirinin eleştirilmesi denen yerdedir. O öncel, ilk arzu kime aittir? O arzunun nesnesi nedir? Neye benzer? Nasıl çalışır? Bize kim olduğumuzun cevabını verecek olan soru budur. Özdeşlik de, zorunluluk da bu sorudadır!

 

— Tarihi güçle okuyanlar, tam da bu noktada bizim için “kendilerine yeni bir efendi arıyorlar” diyecektir. Hayır, eğer mutlaklaştırılmış bir tarih diyalektiğinde, kendimize uygun bir ideolojiyi haber verseydik bu mümkün olabilirdi. Bizler gerçek tinselliği arıyoruz. Efendi olmak değil, efendiyi de efendi olma mecburiyetinden kurtarmayı sorumluluk biliyoruz. Bunun için bize dayatılan tinsel arzuyu kalplerimizden söküp atmaktan başka önceliğimiz yok.

 

Söküp atmak da yeterli değil. Çünkü çağın devrimci öngörüsü ekonomik ve kültürel çelişkinin yadsınması üzerine konuşlandı. Oysa yapılması gereken, çelişkiyi sıhhate kavuşturmak, diyalektiğin değer yaratıcı niteliğini korumaktır. Ütopyanın karşılığı da bu olmalıydı: Üzeri banknot ve makyajla örtülü tinsel arzuyu yerinden etmek. İnsanı belirli bir mantığa doğru, ideolojiler yoluyla eşitlemek değil. Türkiye’nin siyasal yönelimi sol ve sağ ideolojiler eliyle, giderilmesi gereken çelişkiyi insanın “uşaklık” yoluyla çabasına bağlayarak derinleştirirken, derinleştirilmesi ve çatışması gereken karşıtlığı, kapitalizmle özdeşleşmek adına uzlaştırmaktan kaçınmadı. Bunun nedeni, insanımızın sermayenin tinine hizmet etmenin dışında bir yaşam politikası olamayacağına dair lümpen vazgeçişten; ezilenlerin kurtuluşunu tarihin mantığına evriltmenin kolaylığından kaynaklanıyor.

 

KRİZİN BİLİNCİ

Krizin mutlaklığını kavradığımızda, mutsuz ve umutsuz bilincimizi açıklayacak trajediye de ulaşmışız demektir. Böylece trajikliğimizi ve bizi bu trajiklikten kurtaracak kararın varlığını konuşma imkânı da doğmuş oluyor. Nasıl karara varılır peki? İçine doğduğumuz bu çağın sonsuz, sonuççu ve mutlak olduğunu söylüyoruz. Öyle ki, kendi tinini öznelerarası ilişkinin ödülü haline getirmiş; bununla kalmamış kendini ödül haline getirirken, mutlaklığıyla kendini diyalektiğin uğrağı kılmaktan da soyutlamış. Yasasını sınatmayacak kadar ussallaşmış; karara varmamızı sağlayan Ya/ya da’yı bu ussallığın içine hapsetmiş. Çağa tinselliğini veren tarihsel uygulama, insanı insan kılacak olan tüm atılımları kendi aşkınlığına yönelttiğine göre ‘ya hep, ya hiç’ onun yegane ülküsüne dönüşmüş demektir. İnsana kalan bu tarihin içinde ‘ya hep’ diyerek itaat etmek ve kullanışlı biri haline gelmek ya da ‘ya hiç’ diyerek nihilizme sığınıp yaşamı ıskalamaktır. Bu tarihin içinde kaldığı müddetçe kişi her şeyi istemeye de hiçbir şeyi istememeye de kadirdir. Kriz budur, budur yüzyıllardır kendi tinselliğiyle insan iradesini oyalayan mantık. Bizler daha az kötü olanı seçmekten yorulduk. Artık karara varmak istiyoruz.

 

Öyleyse tıpkı tarihin bize öğrettiği sonuççulukla düşünelim, bizler bir değeri ötekinden ayıran farkı aramakla kalmıyoruz; aradığımız o şeyi seçmekle, o şeyi seçmiş olmanın erdemlerini tarihselleştirebilmek ve hatta daha ötesi sonucu seçilen şeyin değeri belirlesin istiyoruz. Fakat bu mümkün mü? Karar’a varmak, diyalektiği; yani ötekiyle birlikte tarihe içerik kazandırmayı, ilişkiyi kavramsallaştırmayı imliyor. Oysa tarihin en soyut yollardan mutlaklaştığını ve belirli bir içeriğin kendini yaşamın kavramı olan tarihsellikle özdeşleştirdiğini söylemiştik. Peki, mutlak olan sınanabilir mi? Hayır, ona yalnızca tabii olunur. Mutlakla muhataplık ancak tabiiyetle mümkündür. İnsan mutlağın var ettiği diyalektikle kendini bilir. Hareket ve işaret çağın tinini sınama iddiasıyla mı yola çıkıyor? Hayır. Bu yanılgı olur. Çünkü o bizi dışarda bırakmayacak, kendini sınatmayacak kadar tinselliğe bürünmüş. Biliyoruz ki, mutlağın karşısında her edim mutlaklaşır ve tek bir değeri, gücün tek değeri ifade ettiği yanılgıyı sürdürür. Yoksayıcılığın karşısında yoksayıcılığa bürünür. Yaratılmış insanlık idealinin karşısına insanlık-dışı olarak dikilir. Bir gün devrimle “insanlık” haline gelecek olsa bile, o gün ‘şeyler’ değerini çoktan yitirmiştir.

 

Hareket ve işaret daha çetin bir süreçle karşı karşıya, başkaldırıyla yıkmak değil, başkaldırısında sınır çekmek, kurmak zorunda; o hasmını, daha önemlisi diyalektiği ve zamanın yengisini de kurtarmak zorunda. Bu yüzden sınır diyor; sınır çekmek gerek. Çünkü tarih devreye girdiğinde, sınırda hemen oracıkta baş gösterir. Tıpkı şimdi olduğu gibi yokluğuyla bile. Sınır devreye girdiğinde, başkaldırı yalnız hayır demekle yetinemez. Onaylaması gerekir. Ve bunu yalnızca politik bir biçimde gerçekleştirebilir. Sınır fikri başkaldırının tarihine dahil edilmek zorundadır. Zorundadır, çünkü başkaldırı ilk kez, varlık ve özgürlüğüyle arasına konmuş sınıra ve ötekine karşı değil, sınırsızlığa, kendi sınırsızlığına, ötekinin değerini de iade edecek sınırın varlığı için girişilmiş bir başkaldırıdır. Trajik bilinç bunca zaman mutlaklığın karşısında bir sınır (çelişki) olarak yalnızca kendini işaret ediyordu. Çünkü harekete geçtiği an eyleminin, mutlağın yoksayıcılığına bulanacağını öngörebildi. Şimdi bir şeyi işaret etmesi gerek: Başkaldırısında kendi varlığı dışında bir değeri. Öyleyse karara varmak demek, yaşama yeni bir tarih mantığı önermek ve bu doğrultuda tarihsel görevi üstlenme iradesini göstermek demektir.

 

KRİZİN BİLİNCİNDEN KARARIN BİLGİSİNE

Şimdilik üzerinde uzlaşabileceğimiz tek şey özgür olmadığımız gerçeği. Aksini iddia etmeninse bir tür uşaklıktan başka bir şey olmayacağı gerçeği. Öyleyse neden yazıyoruz?  Bir umutsuzluğu yaymak için mi, çıkışsızlığımızı kesinlemek için mi konuşuyoruz biz? Hayır. En başından sormamız gereken soruları şimdi sorabiliriz. Bizler gerçekten tarihe nitelik kazandıracak güçlere sahip insanlar mıyız? Suçsuzluğumuzu ispatlayacak yahut çağı onaylamak dışında suça değer kazandıracak tek bir ilke bulabilir miyiz? Bize kendini dayatan çağın tini dışında bir tinselliği sürdürebilir daha ötesi tarihselleştirebilir miyiz? Bırakın bunu gerçekleştirmeyi, hareket etmeye başlayacak olsak yahut bu fikirlerin ağırlığı altında nefes alıp vermeyi sürdürecek olsak kendimizi bulacağımız yer neresidir? Bunlara cevap vermek, krizin bilincinden, varlığın bilgisini edinmeye nasıl geçebileceğimizi öğrenmekten geçiyor. Bunu konuşmak içinse görevimizin ne olduğunu bilmemiz gerek. Krizi fark etmekle kendimizi sınırda bulduk. Geçmişe ve geleceğe dair çıkışsızlığın bilinci bizleri trajik varlıklar haline getiriyor. Öyleyse kendimiz için yalnızca iki seçenekten söz edebiliriz: Ya zamanın gerçeğini kabullenmiş trajik bilincimizle yaşamımıza gömülmek ya da zamana karşı gerçek bir zamanı ayaklandırmak. İşte bize çağın mutlaklığı dışında, onun içine alıp sindiremeyeceği iki gerçek; işte ilk kez bize kendini açmış karşıtlık.

 

Karar vermek gerek: Trajik bir bilinç mi? İzzetli bir başkaldırı mı?

 

Kim verecek bu kararı? Biz. Kimiz biz? İşaret olduğumuzu söylüyoruz. Evet, bir işaretiz biz. Fakat pek de iç açıcı işaretler olduğumuz söylenemez. Şimdilik yalnızca özümüzün nerede olmadığını gösteren işaretleriz. Kendimizi bir şeyin; sahici bir şeyin muhatabı kılana dek. Öyleyse hareket etmemiz gerek, ama nasıl? Tüm bu çabamız, bizim için biçilmiş bir yazgıyı kırmak için; ayaklanmayı haber veriyor -vermiyorsa vermeli-. İstediğimizi gerçekleştirene dek yazgımızı kölenin yazgısından ayırabilir miyiz? Aksine bizler de köleyiz. Tarihin bize öğrettiği, bütünlüklü düşünmeyle, gözümüzde her eylem sonuçlarıyla belirmiyor mu? Gerçeği sonuçlarıyla görmüş olmanın trajikliğine mi sığınacağız? Oyunla, umutsuzlukla, ironiyle trajedinin içinde oyalanmakla, umutsuzluğa belki de hiç hak etmediği erdemlerini kazandırmakla vakit mi geçireceğiz. Bizler gerçekten köleyiz. Kendi durumuna tutulmuş köleleriz. Özgür olduğunu düşünen, ya da bunu düşünmeyecek kadar belirli bir özgürlüğü kuşanan yeni insanın karşısında, özgür olmadığımızın bilgisi bizi sarıp sarmalamış. Seçmediğimiz için seçiliyoruz. İşaretiz diyoruz; işaretiz çünkü olduğumuz gibi görünmekten başka bir şey gelmiyor elimizden. Eşikte olmamızın, sınıra itilmiş olmamızın anlamı budur. Gerçeğin korkunçluğu, her şeyi yapabilecek olmanın fakat hiçbir şeyi düzeltemeyecek olmanın bilgisi bizi köle haline getirdi. Peki nasıl kurtulacağız, hiç kurtulamayacak olanın bilgiçliğinden. Romantikler “neşeyle” diyecektir. Desinler, biz de bu sayede mutsuz ve trajik bilincimizi, başkaldırıdan ayıracağız.

 

Neşeyle demekte haklıdırlar. Gerçekten haklıdırlar. Gençliğimizi kimsenin belki de göz ucuyla bile olsa bakmayacağı bir dergiyi neşrederek değil, umutsuzluğumuza tutkulu anlamlar bularak geçirmemiz anlaşılabilirdi. Fakat ya ‘bireyleşme ilkesine’ çıkan bu yola sapmak bizim için yeterli değilse? Trajikliğimizden kendi imgemize ulaşmamız, bireyciliğe sığınıp paçayı bu yolla kurtarmamız çok da zor olmasa gerek. Aşkla, imanla, sanatla aşılabilir mantık. Fakat aşıldı diye de gerçeklik olmaktan çıkmaz. Tarih mantığını reddetse bile trajediyi yaşamıyla onaylar umutsuz; yalnızca ben diyerek çullanır üstüne ussuzluğun. Bir barbar ıslık çalar, bir çapkın aşkı yaşatır, kılıç altında dans eder cambaz. Ama kendi hesabına hareket etmekten, çok çok bireysel umutsuzluk yazgısını simgeselleştirmekten kurtulamaz. Bu da bir şey ama yeterli değil. Neşeli bir umutsuz olarak “trajik bilinç” eylemleriyle biricikliğini kazanır gerçekten. Hatta bu biriciklikle varlıkla kurduğu şiirsel irtibatı da biricikleştirebilir. Fakat fazlası gerek. Trajik olan aşkla, imanla, sanatla özgürlüğünü şiirselleştirebilir. Varlığıyla özgürlüğün başka bir yerde olduğunu bildirir; bir kurtuluş. Fakat o yalnızca varım diyebilir; varız değil.

 

Varız diyebilmek için trajik bilincin, tarihselliğin istendiği zamandan, bir aradalığa varacağı mekanı kurması gerek. Direnişini yıkıcılıktan kuruculuğa evriltmesi gerek. Onun elinde bedeninden başka bir şey olabilir mi? Sorması gereken soru budur! Görevi diyalektiğin içinde kendini kurtarmak değil, diyalektiğe anlam kazandırmak da değil, diyalektiği hizmet ettiği dinsellikten kurtarmak ve mekânı kurmak, zamanı onarmak, tarihi yapmaktır. Bunun için bir arada olması gerek; ötekini de kurtarması... Bu da mutsuz bilincinin şahsi hesaplarını, başkaldırının hesabına yadsıması demektir: Başkaldırısında tarihsel bir değeri evetleyebilmesi. Bunu gerçekleştirdiğinde öznelliği bu yolla ötekine ama en çok da hizmet ettiği, ayaklanarak yücelik atfettiği tine ulanır. Durumunu harekete çevirir o zaman. Varlığıyla işaret ettiği şey ilk kez, başkaldırının rüzgârı değil, uğruna başkaldırılan şeyi işaret etmeye dönüşür. İlk kez tutkunun, istencin, direnmenin alanına girer. Kendi trajikliğine yönelttiği tutkuları, başkaya yönelir. Zamanın üstünde bıraktığı ussuzluk silinip gider. Olduğundan başka bir şeyi olmak istemek olarak adlandırılan tarihselliği, gerçek tinine doğru yürür ve özgürleşir.

 

Hareket ve işaret varız demek istiyor…

Hareket ve işaret bunun isyan etmek olduğunu biliyor. Ama şunu da biliyor, kutsala karşı isyan suçtur. Bu en başından beri böyledir. Hristiyanlığı çilecilikle özdeşleştiren Prometheus’un bileğindeki zincirlerdir. Yaşıyor olmanın, dünyaya gelmiş olmanın suçunu çilecilikten kurtarıp, özgürlük yolunda ödenmesi gereken bir borç haline getirense Rönesans sonrası beliren modernleşme fikri, yani kapitalist ve emperyalist dünya tarihidir. Efendinin tarih fikrinin daha en başından ‘sonsuz arzuyla’ sonu belirlediğini ve güç yoluyla insanı bu sona ikna ettiğini çağa ‘fırlatılmışlar’ olarak öğrendik. Tarihin en başından ne yerliyi, ne köleyi, ne dinselliği, ne de aşkın bir tanrı fikrini yok etmek için hareket etmediğini öğrendik. Tarihin dünya üzerinde kutsalın yer değiştirmesi, kölenin yer değiştirmesiyle kendi aşkınsallığını temellendirdiğini, gücü dışarı itmek için değil, içeri çekmek ve kendi arzusuna ikna etmek için kullandığını, kendini bu yolla insanlık fikriyle özdeşleştirdiğini ve içinden çıkılmaz yok sayıcı bir yazgıyla: yargıcı, yargıyı ve yargılanan insanı kendi tinselliğine kattığını öğrendik. Ve yine bu yolla varlığın birikimini, insanın özgürlüğünü, suçu ve cezayı, özdeşliği ve adaleti, imanı ve kini, teslimiyeti ve arınmayı kendi buyruğu altına aldığını öğrendik. Tüm bunları konumumuza bakarak, zamanın üstümüzdeki hükmünden, durumumuzdan öğrendik. Ve tüm bunlar düpedüz gerçek, evet. Evet ama, bizler de gerçeğiz.

 

KRİZİ BELİRGİNLEŞTİRMEK

Bir dergi çıkarıyoruz. Fakat okuyucuyu edebi hülyalarımıza ortak etmek için değil. Aşkı, duygulanımı, dostluğu ve sevgiyi yörüngesiz, çağının bulaşmadığı duygular olarak düşünmek anlamsızdır. Bunlar kendi başlarına havada uçuşan kavramlar değildir, belki de elimizdeki tek gerçek olan yaşamın dışında düşünülemezler. Yaşamı da içinde boy verdiği ortam ve koşullar dışında düşünemeyeceğimize göre; aşk gibi ele avuca gelmez gözüken bir duygu bile ortama koşulsuz bir şekilde bağımlıdır. Bu yüzden çağın tüm sevileri, çılgınlıkları, politikaları ve hatta sanatsal yaratıları gözümüze ne kadar aşağılık ve utanç verici gözükürse gözüksün kendini oldukça makul ve haklı gösterecek bir nedene dayanır. Tinin yarattığı ortama, ortam yoluyla koşullanmış ve ortamı koşullayan kitlelerin varlığına!

 

Politik ve kültürel görevimiz tıpkı bu dergide olması gerektiği gibi hem yaşamın içinde kalmak hem de yaratıcılığımızı esmekte olan tinin rüzgarına katmaktan sakınmaktır. Böylece hem sahici bir zamanın içinden konuşabilecek, hem de yaşamın, tutkuların daha ötesi suçun, kötülüğün, günahın bile tam da o tarihsellikten arınmış tine bağlanan kültürel ve politik tek tipleştirmede değil, sınırın bu tarafında sahici tarihsel -politik/kültürel- varoluşta olduğu gösterilmiş olacaktır. Yapmamız gereken eylemlerimizi, yaratıcılığımızdan ayırmamaktır. Titizlik göstermemiz gereken gerçekse, bu ikisinin birbirine karışarak birinin diğeri karşısında iradesini, değerini yitirmesine engel olmaktır. Sanatçı ne kadar politik bir mevziden cephe alırsa alsın, yaratıcılığını da, ilgilendiği disiplinin taşkınlığını da ıskalamamak zorundadır. Bu durum şimdilerde moda haline gelmiş, kurşuna karşı çiçek işgüzarlığı anlamına gelmiyor. Sanatçı kavganın içinde gözüpeklikle ve hınzırca kültürü yapan kişidir. O delik deşik olmuş bedenini birliktelikle bir sipere dönüştürmesini bilmeli. İşi bitip de devrildiğinde, yıkıntıların arasında yıkılmayan yapıtlar parıldayacaktır.

 

Tarihsel birliktelikten doğacak görevini, yalnızlığıyla ertelemiş yaratıcının elinden de bir şey gelir. Bedeninde açılmış oluklarla, kendi mezarını kazan bir mezarcıdır o. İşi bittiğinde eşiğe uzanıverir. Yalnızlığından ve umutsuzluğundan bir yaşam ve ölüm inşa etmiştir; düşmanın ne aşabileceği, ne de yıkabileceği bir sınır olarak. Berisi için olmasa bile; eşik olarak.

 

Ancak biri daha var ki, en çirkini. Yaratıcılığını puslu ve belirsiz geleceğe taşıyıp, koltuğunda suçlu ya da suçsuz olmaktan, şimdinin buyurganlığından kaçarak kendini aklayan yapıtçı! Duyguları çağın durumunun dışında, zaman-dışı bir esriklikle incelemek isteyenler her çağda yaşadı. Fakat şimdi daha da övülüp duruyor bu kişi, kavgadan kaçtığı yetmezmiş gibi; hiç doğmamışlar için; hiç doğmayacak bir çağ için yaratıyor. Kuşağımız bu tuzağa düşmemeli. Çünkü şu açıklığı görebiliyor: Tutkuların estetik yorumu ne denli zaman-dışı, çağlar ötesi bir duygu olarak incelenirse incelensin kendini yapaylıktan, görmezden gelmelerden, uyutucu niteliğinden yahut gerçeğin üzerini örten bir yalan olmaktan ancak çağına katılmakla kurtarabilir. Nitekim bundan kaçamaz da. Yapıt elbet bir çift göz tarafından, ancak yaşamın yani ortamın koşulları içinde anlaşılır. Eğer bu yapıtçılar, yaşamın esir alındığının bilgisiyle bununla yüzleşmekten kaçıyorlarsa bilmeliler ki, bir çöpçü ya da aydın Proust’ta edebi hülyalardan başka bir şey de arayabilir, aramasa bile içine doğduğu ortamın bakışlarıyla yargılar onu. Böylece yapıt bu bakışla yeniden yaratılır ve belki de ilk kez. Bizim isyanımız kaynağını tam da yaşamın içinden, yaşayanlardan bulmak zorunda. İnsanın gerçek ihtiyaçlarını arayışında onunla birlikte seyr etmek, o ihtiyaçları hakikileştirmek zorunda. Bir çöpçü ya da aydın, yapıtta hem kaçamayacağı gerçeği hem de kaçması gereken gerçeği bulmak zorunda. Çünkü çağıyla hesaplaşmaktan kaçan sanatçılar bilmiyor olabilir, fakat yapıtları çok geçmeden öğrenecektir. Kimse yargıdan kaçamaz. Aşkın o kutsal halesi, o hale ile zehirlenmiş sözcükler bile.

 

Bizim aydınlarımız da kaçamaz. Nitekim kaçamıyorlar da. Her biri zamanının katillerine ya da maktullerine dönüştüler. Bazılarıysa ne yöne gidilmesini kestirememekten ıstırapla ömürlerini tüketti. Onlara kızamayız, çünkü kendimizi onların varlığıyla tartıyoruz. Fakat görevimiz onlarınkinden daha zorlu. Çünkü ne Nazım gibi yıkılması gerektiğini bilebileceğimiz bir duvar var karşımızda, ne de Akif gibi kurtuluş için dikilmiş kulaklara seslenilecek bir minber. Görevimiz daha zorlu, çünkü sınandığımız kriz onlarınkinden daha kuşatıcı, çelişkimiz onların çelişkisinden daha derin. Kavgamız onların kavgasına, sesimiz onların sesine karışıyor. Onlardan daha güçlü ve kudretli olmamız gerektiğini biliyoruz.

 

— Bu başarılabilir mi bilinmez. Fakat bizim gerçeğimiz bu. Başaramazsak, kendi gerçeğimiz karşısında yenik düşmüşüz demektir.

*

Hareket ve İşaret’i neşretmeye karar verdiğimizde, bıyık altından gülen kuşağımızı, yenilgisinden mit devşiren ve dururumuzu gençlik heyecanıyla açıklayan yaşlı çınarları bulduk karşımızda. Elimizden başka türlü bir şey gelseydi böyle bir işe kalkışmayacağımızı söylememiz gerekir. Hayatı ve zamanı başka yollardan açıklamak isterdik. Fakat şartlar bizi bu noktaya getirdi. Yapmak üzere olduğumuz şeyin ulusça ve insanca yaşadığımız onca sefalet arasında pek de acınacak bir şey olmadığını biliyoruz. Ne aydınca bir pozu, ne de filozofça bir tutumu sürdürmek derdindeyiz. Yaşamımızdan, yalnızca yaşamımızdan yola çıkarak söz söylüyor olmamız reddedilebilir bir gerçek mi? Paradoks haline gelmiş inancımız, fazlalık olarak yaşamlarımız, varlığın, zamanın ve tarihin eşiğine itilmiş bedenlerimizle buradayız. Söz söylüyoruz; hırıltı, hakikat ya da çığlık. Bu da bir şey. Öyle umutsuz da değil. En azı; kendimizi bildiriyoruz.

 

Öyleyse sınırda hemen yanı başımızda bulduğumuz tarihçi için bile bir ‘belge’ niteliğimiz var. Fakat belge olarak kalmak istemiyoruz. Belge olmak için yaratmıyoruz. “Rabbim, bana bir ses yaratan kudreti ver” diye yakarıyordu şair. Bir başka şair eşikte olanın kararsızlığıyla “Rabbim bu sonsuzluk ve onun tadı” diyordu. Binlerce şey oldu Türkiye’de o günden bugüne. Hiçbir şey değişmemiş olacak ki ilenç, istek ve yazgı yerli yerinde duruyor. Kaygıda uzlaşma, beraberinde kararda uzlaşmayı da getirmedi. Bir sesimiz olacak mı gerçekten bizim? Varsa kendi sesimizle konuşabilecek miyiz?

 

Tarihçi de merak etmişti sorunun cevabını; fakat farklı amaçlarla. Ezilenler konuşabilir mi diye soruyordu uzlaşma çağında. Oysa artık biliyoruz ki ezilenler konuştu. Öyleyse soruyu yerinden etmeli. Zira sorun onların konuşması değildi. Tarihçi ezilenlerin sesinde, her şeyi fethetmeyi kafasına koymuş sömürgeci tarihe katılmanın gurur ve neşesini buluyordu. Ezilenler konuştukça uzlaştı, tanınmak için konuşur oldu ve bir uğrağa dönüştü. Önce maduniyet ortadan kalktı ve ortaklığa dönüştü, sonra tarafların sesi evrensel politikanın uğultusuna gömüldü. O uğultu herkesin kendi sesinden vazgeçmesini şart koşan bir devrim yarattı. Tekniğin ve meta olarak var olacak insanın devrimini. Ezilenlerin devrimini değil, ezilenlerin sömürgecinin ruhunu sahiplendiği; o ruha ikame devrimi. Toplu öldürmeye karşı efendiliği ve köleliği topyekûn aynı ruhta buluşturan devrimi. Diyalektik ve diyalog yoluyla ikna edilemeyen sonrasız ve bu yüzden umutsuz tarih devrimini! Sonuçlarsa ortada: Tanrısız din, kısır politika, yaratısız kültür ve sağaltılmış üçüncü bir doğa olarak insan ruhu.

 

Bizler bu devrime boyun eğmeyeceğiz. Çünkü titizlik göstermemiz gereken gerçeğin farkındayız. O gerçek içerilmemektir.Canı öyle istediği için, yalnızca canı öyle istediği için kristal sarayı taşlayacağını söylüyordu Rus yazar. O, karşıtlığın imha edilmediği, arzunun kültleşmediği bir zamanda, ezilenlere ses vermiş olmanın dinginliğine sığınabilirdi. Bizim isyanımız ne 18. yüzyılın can sıkıntısına, ne 19. yüzyılın karşıtlıklar çöküşüne, ne de 20. yüzyılın çöküş sonrası korkusuna dayanıyor. Canımız öyle istediği için taşlamıyoruz biz; başka hiçbir seçeneğimiz olmadığı için taşlıyoruz!

*

Kendimizi atmaya gönlü olmadığı için kaldıramayacağı taşlara tutunanlar olarak bulmak istemiyoruz. Krizin karşısında durumumuzu, sesimizin sınırlarını biliyoruz. Öyleyse, çağımız içinde gerçekleştirilebileceğimiz somut tavrı bulmak zorundayız. Bunun için önce kendimize ettiğimiz iftiradan, kendi hakkımızda uydurduğumuz yalanlardan paçamızı kurtarmak zorundayız. Çünkü öğrendik ki, çağı bunalıma ve yok-oluşa sürükleyenler yalnızca çıkarlarını hümanizmanın ve tarihsel ilerlemenin üzerinde sallandıran efendiler değildi. Aynı zamanda diyalektiğin yönelimini, çağın ve zamanın gerçeğini bir türlü kabul etmeyen devrimin ve düşüncenin iyimserleriydi de. Gerçeği tam da bu iyimserlikten vazgeçtiğimizde konuşacağız çünkü insanın tarihsel gerçeği ancak bu iyimserlikten vazgeçtiğinde kendini gösterebilir.

 

Bizler yaşadığımız çağın içerisinden her bir ulusal felsefenin, benlik kuramının, tarihsel önermenin zamanı onaylayarak, dünyanın gidişine hizmet etmekten ya da iyimser bir görmezden gelmeden başka bir şey olmadığını öğrendik. Hepimiz kendimiz hakkında söylediğimiz yahut çağın kendilik yalanına inandırılmışız. Bir isim bile vermişiz bu iftiraya; ulusal kültür, toplumsal hayat yahut ferdin yaşamı demişiz. Fakat daha köklü bir iftiradan da haberdarız. O da iftiraların en tekinsiz olanı; bir halkın efendisinin gözünden, başkasının zamanının içinden, çağın tinine yaltaklanarak kendine ettiği iftiradır. Bunu iyi biliyoruz, çünkü bizim tarihsel ve ulusal gerçeğimiz bundan ibaret.

 

Hüzünlü ve buruk cumhuriyetimizin şu kısa tarihi, efendisi tarafından tanınmayı bekleyen kölenin hikayesini andırıyor. Bu tanınma; ışıltısıyla ilgiyi hak eden, parıltılı ve alacalı kölenin durumundan oldukça farklı. Ne evrenselin içine alınmaya değer görülmüş ne de dışarda kalmasına göz yumulmuş; yan gözle süzülen, muhafaza edilmek adına sıranın en sonuna gönderilmiş bir köle. Ön sıralara bakıp onların acısıyla aklanıyor. Fakat daha çiğ bir şey var bu imgede. Çünkü bu köle efendisinin bakışlarını başka bir yana kaçırmasına müsaade etmiyor; efendi ne yana dönse, köle de onun bakışlarını takip edip yerini hazırlıyor. Sürekli başkasının derisini giyip çıkarmaktan öylesine yorulmuş ki artık ne olacaksa olsun düşüncesiyle hareket ediyor. Yaşamını köle olarak devam ettirecekse buna mukabil planlar hazırlarken aynı zamanda hayallerini efendi olmanın lüksüyle süslemekten de geri kalmıyor. Kararsızlıkla her türünü denemiş fikirlerin, her birinde başka türlü yenilmiş. Her bir görev gözünü öyle korkutmuş ki, fikirleri en uç noktasıyla öteliyor. Birileri çıksa da adıma karar verse diye bekliyor ve birileri çıkıp adına karar veriyor. Koca bir ulus kendini suyun akışına bırakıveriyor. Dalgaları aşmaya cesareti yok, artık bir derisi bile yok; toza karışmış organizması ardında yalnızca iskeletini bırakmış.

 

Ulusal kararsızlığın arkasında bıraktığı, kararların kararsızlığın yatağına akıtıldığı kronik kokuşmuşluğun iskeleti durumunu burjuva çıkarlarıyla izah ediyor; “Tarih kağıtları kararken Türklere fazla koz vermedi.” Bu şekilde açılıyordu 80’lerde BBC’nin Türk ekonomisine dair belgeseli. Tarihselliğimiz daha en başından kumarbazların talihine bağlanmıştı. Bize yazgımızı kumarbazlardan, patronlardan, sömürgeci iktidarlardan ve geciktirilmiş halktan öğrenmek kaldı. Öğrenelim öyleyse. Aynı belgeselde Türkiye’nin en büyük şirketlerinden birinin sahibi olan Rahmi Koç “kim iyi oynarsa o kazanacaktır…ülkeler şirketlere benzer. İyi yönetilmezse çöker” diyordu. Ki ardından özünde kararsızlığın, ne yana döneceğini bilmemenin adı olan kötü yönetilmeden “iyi yurttaşlara değil, kötülere yarayan” tam demokrasiden bahsediyordu. Bedel ödenmesi gereken iyi demokrasi içinse 12 Eylül’ü işaret ediyordu. Hani her kavşakta ödenen şu bedelden bahsediyordu. O günden bugüne her seferinde Ulusun kaderi, kapitalist ideolojinin “iyi demokrasisine” bağlandı. İki karşıt tutum, tam yüz yıldır Türkiye’nin, tarihsel uygulama karşısında kendi durumunu tevil ve revizeye giden yerli ve milli ideolojilerinin geştaltını bize öğretti. Kapitalist ideolojiye hizmet eden siyaset ve -adı belirsizlik olan- tam demokrasiye bağlanmış ‘iyimser’ devrimcilik. — Fakat bugün Türkiye dünya sistemine entegre burjuva ideallerine yetişemediği için ya da o idealler karşısında yenik düştüğü için iskelete dönüşmedi. En başından kendini bu idealler doğrultusunda sınadığı için iskelete dönüştü. Solun ve sağın üstünde hemfikir olduğu iktidar değişimi kendilerine çok görülmesin istedikleri sermaye ve tarihsellik karşısında duydukları acziyetten, bireyci yetersizlikten kaynaklanıyor. Oysa Ulusal gerçek, en önce tarihsel uygulamayı reddedişte evetlenmeliydi. Çünkü sorun bir tarih sorunudur. Ulusun tarihselliği, toplumun gerçek ihtiyaçlarını kendi güçleriyle saptamasından başka da bir şey değildir. Politik tavır, yaşamsal ve kültürel taslak bu tarihselliğin ereğinden çıkarılmalıdır; karşıtlığın yörüngesiz karşı-çıkışından değil. Salt politika ve kültürelcilik sorunu derinleştirmekten başka işe yaramadı, yaramayacaktır. Sorunun bir tarih sorunu olduğu saptanmadığı müddetçe, çözüm nesnesi belirsiz yahut akışa belirgin bir siyasette arandığı müddetçe; ekonomi, siyaset, kültür ve din yaratılmış soyut ve yapma cennet çıkmazından çekilip alınamaz.

 

Alınamaz da ne olur? Yaşamlarımız; ölüm karşısında çığlığa dönüşür. Tanrılar imal edilir, tapınmak için. Düşmanlar belirlenir, huzura ermek, diyalektiğin içinde kalmak için. Başka bir ilişki kurma biçimi de başka bir tarih de mümkün gözükmez. Solun devrimi yapacak araçları elinden alınıp evrime bağlanmıştır. Sağ kuruntulu geçmişiyle baş başa bırakılmıştır. Kimse ‘Tarihsel Uygulama’nın nasıl ölüm gibi bir mutlaklığa, öte dünyanın soyutluğuna ve hesap gününün sonuççuluğuna büründüğünü sorgulamaz olur.

 

Bizler sorgulayacağız; çünkü başka seçeneğimiz yok. Hareket ve İşaret, ulusal ve toplumsal hastalığa dönüşmüş kronik kararsızlığı kararın eşiğine getirip getiremeyeceğini bilmek için yola çıkıyor. Şu üç şeye cevap vermeli öyleyse; çünkü bunlara cevap vermeden bir zaman ve mekan fikrinden söz etmek imkansız gözüküyor:

 

I. Bizi ötekinden ayıran fark

II. Bizi ötekiyle bir araya getiren ve özgürlüğümüze içeriğini veren zorunluluk

III. Diyalektiği ve diyaloğu sıhhate kavuşturacak olan sınır

 

Bugün insanı geçmişsiz ve geleceksiz bırakan gerçeklik, tam da bu üç kavrama biçilmiş içeriğin, insan yaratılışına mahsus bir yasayı doyuruyor olmasından ibarettir. Hareket ve İşaret bu üç kesinliğin verili içeriğini açığa çıkarmak ve sahici bir somutlukla yerinden etmek iddiasıyla neşroluyor.

 

KARAR’I MÜMKÜN KILMAK

Kurtuluşumuzu ne evrensel limana demirlemede ne de devlete itaatte arayacağız. Felaketimiz; herkes adına konuşabilmek yetimizi bize kazandıran; sınırsızlaştırılmış yeryüzü, soyut ve belirlenmiş bir yaşamla baş başa bırakılmış inançsız insan, veriminden arınmış toprak, egemenlerin tarihine akıtılan gündelik (anti)politik ve tinsel sermayenin biçtiği arzu nesnesine dönüşmüş yaşam tarzlarıdır. Bütün bunlar Caligula’nın zihni işleyişine sahip tarih diyalektiğinin, insanı, yeryüzünü ve tanrı fikrini sürüklediği yerdir. Bizler, ne çağın bize biçtiği tinselliğe boyun eğeceğiz, ne de devrimci bir iyimserlikle, sonuçları kendi eline geçirme beklentisine teşne olacağız. Ne başlangıçların putperestliği ne de sonuçculuğun tahakkümü diyoruz. Ellerimizle, tarihin yaşanmamış zamanını işaret etmek zorunluluğu duyuyoruz.

 

Bir yeri işaret ediyor olduğumuz doğru fakat aynı zamanda bizler bir şeyin işaretiyiz. Yahut kendimizi -trajikliğin dışında- işaret olmak vasfına uygun kılmak niyetindeyiz. Sömürücü bir aklın bahşettiği varlıkla, hayatına haysiyet kazandırdığını düşünenlerin dünyasında; örgütlülüğü ve kendine sistemin dışında bir mevzi açmayı; herkesin her şey olabildiği hazır bulunuşlar çağında; herhangi biri olmanın değil, biri olmanın ve yalnızca bir şekilde olmanın değerini biliyoruz. Siyasal liberalizmin benzin temin ettiği dünya sistemi/pazarının karşısında, sistemi sınayacak bir akıl yaratmanın, zihinlerimiz ve bedenlerimizle yeniden kurmamız gereken sistemin dışında bir varlık sahasından geçtiğini biliyoruz. Bizler kendimizi bir şeyin muhatabı kılarak yalnızca işaret edenler olarak kalmayacağımızı, aynı zamanda işaret ettiğimiz şeye layık olmaya çalışarak, varlığımızın hakiki varlık sahasında bir işaret niteliği taşıyacağını da biliyoruz.

 

Hareket ve İşaret özelinde kuşağımızın sahiplenmesi gereken tarihsel görev; insanın kendi tarihsel güçleriyle arasına koyduğu iktidarı yerinden etmek ve karar verme imtiyazının, kendi ellerinde bulunduğunu hatırlatmaktır. Toplumsal teori; tarihsel teoridir. Tarih, -tıpkı Marcuse’un belirttiği gibi- ihtiyaçlar çerçevesinde, olasılıklar alanıdır. Öyleyse tarihselliğini insana iade etmek için, tarih mantığının ona bahşettiği tinselliğin; tarih-dışılıktan, mantık-dışılıktan ve öldürücü bir oburluktan doğduğu gösterilmelidir. Bu meyanda gözetilmesi gereken tavır, kendi ideolojik bilimselliğine yenilmiş eleştirel teoriden devrimci bir kopuştur. Tarihsel tasarının soyutlamadan kurtuluşuysa ancak teoriyle pratiğin, düşünceyle eylemin karşı karşıya geleceği alanın yaratılmasına bağlıdır. Bunun için politika ve kültür; aklın, yaşamın ve toplumun tarihselliğine ulanacağı noktaya koşulmalıdır. Görevimiz, sahte içgüdülerin yerine gerçek içgüdüleri tetiklemek, geçici çıkarların yerine, toplumun ve bireyin gerçek çıkarlarını ortaya çıkarmak ve öncelemek, yapay bilincin yerine sahici bir bilinç kurmak ve en önemlisi insana esir alınmış kendini “gerçekleştirme” kudretini iade etmektir. Görevimiz, Karar’ı mümkün kılmaktır. Hareket ve işaret, ‘kuşağını’ kendi görevleri karşısında yüreklendirmek amacıyla neşroluyor.

 

DOSTLARIMIZI YALNIZ BIRAKMAMAK

Tıpkı dile atfedilen kusur gibi eylemlerimizde dile gelmeyen, susulan şeyin içinde yaşamakta. Bu gerçek; çağın mutlaklaştıramadığı ve kusur atfettiği birlikteliğimizi meydana getiriyor. Hareket ve İşaret yıllar önce meydana gelebilirdi, fakat yalnız bırakılmışlıktaki susku; bizi meydana gelmekten mahrum kıldı. Bu noktaya dek ihtiyatla metni takip etmiş okuyucu; bizi ayıran suskunun; çağcıl yalnızlıktan doğduğunu ezbere biliyor. Bizler de biliyoruz. Ve yine biliyoruz ki, bizi yeniden ve artık başka şeyler olarak bir araya getirecek olan aynı suskudur. Konu, Hareket ve İşaret’in üzerine kurulduğu ana ilkeye, dostluğa ve yalnızlığa geldiğinde yüzlerce şey konuşulabilir. Fakat ben, kendi yalnızlığımla bitirmeyi tercih edeceğim:

 

Bu yazıyı, tanrısını yitirmiş dünyada tanrıya hala inanan, erdemlerinden soyutlanmış bir tarihe karşı onun uğrak haline getiremeyeceği bir yeri savunan, tutkusundan arındırılmış insanlığın arasında efendilere ve onların vakanüvislerine inat tutkuyla yazdım. Öylesine yalnız, bedbaht ve sefilim ki, böyle kalmamak için yazdım. Hiç bilmediğim yerlerde kardeşlerim var; suçlu olmamak için Hamletleştirilmiş, geciktirilmiş ve tarihin bir tür dolayımsız maktüllerine dönüşmüş kardeşlerim. Suçsuzluğunu kanıtlama yahut suçu tutkusunu kavuşturma erdeminden yoksun, omuzlarındaki yükle-güçleri arasındaki eşitsizlikle tatmin olan, devrimci düşlerle yattıkları yataklardan intihar fikirleriyle sabahlara uyanan kardeşlerim; onlar için yazdım. Yanmış ellerimle, ateşin doğası üzerine yazdım.

 

Nietzsche, gençlik yapıtlarından birinde Wagner’e “sizin bu kitabı alacağınız anı getiriyorum gözümün önüne” demişti. Bir bireycinin yaşamında bulunabilecek en coşkulu an da bundan ibaretti! Ben de kendi adıma, tüm bu çabayı tek bir kişiye adıyorum. Yüzünü hatırlıyor muyum peki, adını biliyor muyum onun? Hayır. Ben onu kendi yalnızlığımdan tanıyorum.


  • Ömer Faruk İslamoğlu


--------

*Bu yazı Hareket ve İşaret Dergisi'nin yedinci sayısında yayınlanmıştır.

(Hareket ve İşaret Dergisi, Mart 2023, Sayı 7, ss. 05-25)

bottom of page