top of page

Tarihten Tersini Almak, Tarihe Dersini Vermek: Geçmişin İzleri

  • Türkiye'nin Ruhuna Yolculuk
  • 27 Tem 2024
  • 10 dakikada okunur

Güncelleme tarihi: 29 Tem 2024

-Kahvelerden, Sokaklardan, Tarlalardan ve Mutfaklardan / 50-90 yaş-


ree

— 60’a askerde yakalandım... Doğuda jandarmaydım. Benim gibi Anadolu’dan bir çocuk... Yürüyoruz bayırda... Eşşeğiyle bir adam karşıdan yürüyor... Karşılaştık. Yanımdaki tutturdu “torbayı aç...” Açtı tütün! Tütünleri kenara koy. Çakmağını çıkar. Üzerlerindeki paraları çıkar... Ulan hergele… Ayıp ulan! Yakışır mı bize! Biz köye ineriz... 15 yaşından büyük tek bir adam olmaz dışarda. Diyorlar ki “Niye böyle oldu?” E senin eserin... Hepimiz senin eseriniz... Döven de senin eserin, dövülen de…


— Bir sahtekârlıktır almış başını gidiyor… Para önceden aslan ağzında idi… Şimdi ortada esamesi bile yok! Milyonlar kazanan da sızlanıyor, kıt kanaat dolaşan da… Ben anlamadım bu işi… Birileri soktu parayı göğsüne, çıktı sahneye oynuyor! Seyrediyoruz biz de… Ağzımız yüzümüzden salyalar akıyor… Ben taşradayken yine iyiydi… İstanbul zor şehir, tantanası bitmiyor… Benim babamın bir lafı vardır: “Burada Allah’ın cebinden peygamberi çalarlar diye…” Çok doğru... Birçok şey vardır ki… Artık eski anlamlarını taşımıyor… Asalet... Haysiyet… Onurluluk… Dert artık bunlar değil… Kim kimi götürürse… Altta kalanın vay haline! Tabi… Tabi insan her şeyin unutulacağını biliyor… Hani “İnsan yediği şeye dönüşür” derler ya… Bakıyorum şimdi galiba öyle… Naylon yediriyorlar bize. Bu kadar bozuk yemekle… Açık açık utanmadan bütün haltları mideye götürmekle… Saf yaradılışlı nasıl kalır insan… Esefle izliyorum her şeyi, kendimi de öyle… Kahvede bile oturamıyorum… Bir an önce çekip gitmek istiyorum…


— Marshall yardımları gelirdi eskiden… Biz almazdık pek de dağıtırlardı... Süt tozu falan. Buğday dağıtılırdı… Muhtar dağıtırdı. Muhtarın deposuna gelirdi, oradan dağıtırlardı. Halkın çoğu bilmezdi de uyanık olanlar bilirdi onun Amerikan olduğunu…


— Ya bize camlara battaniye astırdılar camlara! “Arabaların farlarına kapatıcı bir şeyler koyun” dediler! Emir... Halka emir! Ya kardeşim Kıbrıs nere... Avanos nere… Yunan nere… Düşman Avanos’a kadar geldiyse bırak penceremdeki ışığı da görüversin! Ülkenin göbeğine kadar girdiyse bırak göz göze de gelelim zaten...


— Bu seneki kadar bilmem sıcakların devam ettiğini. Bu sene acayip sıcak yaptı. Yaşlılar derdi ki çok kurak ettiği, sıcak olduğu zaman deprem olur. Ben gençken ahşaptı evler. Erzincan depremi olduğunda hep sallandı bu evler. Zaten bu araziler depremden böyle dağılmışlar. O yana bu yana yüksek inik. Burda deprem olduğunda bütün Rum köyünü Kıbrıs’a yetiştirdiler. Köy böyle komple gitti. Köyü komple Hatay Kırıkhan’a gönderdiler. Kıbrıs’a da giden oldu. Dipkarpaz’a. İşte bize yemekleri... Az biraz dilleri kaldı…


— Siyasetin serbest kılındığını zamanı hatırlıyorum… 46’da girdi Demokrat Parti seçime ama 46’da iktidar yine o zihniyette olduğu için hile yaptılar... Ters saydılar oyları. Bir yerde 100 Demokrat Parti, 10 Halk Parti çıktıysa 10’unu Demokrat Parti’ye sayıp 100’ü kendilerine aldılar... 50’ye gelince iş değişti… Ondan sonra Halk Partisi silindi o seçimde. 425 milletvekili vardı o zaman, 25 mi 50 mi Halk Partisi vekili vardı. Gerisi Demokrat Parti’nin vekilleriydi… Halk Partililer şok oldu tabi. Böyle olunca da işi askeriyeden çözmeye başladılar. 57’ye kadar öyle götürdüler. O arada da cehalet var ya… Bizimkiler… Demokrat Parti’nin adamları… İş tersine döndü… Bu sefer onlar başladılar zulmetmeye… O kadar değilse de ettiler... Yapılan inkılapları falan bahane ederek zulmettiler... Tabi ondan sonra siyasi şeyler başkalaştı. Erbakan çıktı… Mücadeleler devam etti.


— Beyim gurbete gitmiş on yıl… Maden işi görmüş orda. Ben köyde tarlaya bakarım… Ev işlerine bakarım… Çocuklarıma bakarım... Zaten babam ağaydı benim… Hanım ağa derlerdi çocukluktan bana… Güçlüydüm. Kimse yan bakamazdı köyde… Atla tarlaya gider, toprağın başında ırgatları beklerdim. Yemeklerini verirdim. Sonra beyimle evlendim… Göstermediler ama bana… İsmini duyduydum… Babam sordu… Ben de istedim. Otuz yılımız gurbette… Kolay mı? Evlendiğimizin ertesi beyim gurbete gitti işte. Türkiye’de 10 yıl onu bekledim… Burada… Koray’ımı suya verdim… Yıllar geçmiş bey madenden dönecekti… Tatili vardı izin almış gelecekti… Karne günüydü… Koray geldi alnından öptüm... Arkadaşlarıyla oynamaya çıktı… Evde iş görüyorum… Dereden bağrış çağrış geldi… Çocuklar koşarak eve geldi… Koştum dereye… Koray’ımı ırmakta akıp giderken gördüm… Bilmezdi yüzmeyi… Dört gün aradık… Suya verdim onu… Hemen gitmedik Almanya’ya… Ben on yıl burada bekledim… Yollardı harçlığımızı… (Sigarasını saksıda söndürüyor. Bir süre duruyor. Konuşup konuşmamakta kararsız.) Sonra bir gün tarlada çalışırken… Öteki olay oldu… Küçüktü… Bizim kızın bir küçüğüydü… Kundaktaydı henüz… Tarlaya çıktıydım… Böyle ip gererdik odaya… Beşik… Döndüm ki… Çocuk kıpranmış, beşiğin ipine dolanmış... Salonun ortasında öyle… Havada… Boynu ipe dolanmış… Asılmış kalmış… Bilemedim… Yetişemedim… Bi başınalıktan oldu... Beyim gurbette geçimimizin derdindeydi… Ben bilemedim…


— Aslında çok da bir şey istememiştik ki… Dürüstçe… Kalbur üstü yaşayalım istemiştik... Sonra kriz oldu, ihtilâl oldu, yoksulluk, başka şeyler oldu… Ama istediğimiz olmadı… Bi türlü olmadı…


— İnsan bilmek istiyor. Türkiye’yi pespaye hale getiren 12 Eylül Sabahı olmasaydı ne olurdu… Hani daha kötü bile olsa, evveli de karanlıktı çünkü, anladınız mı? İnsan merak ediyor.


— Başıma bela alamam... Televizyon için değil mi? Olsun… Sistem sıkıntılı… İstemem…


— Tarih mi? Amerika’dan bağımsız bir tarihimiz oldu mu bizim... Suikastler… Araba kazaları… Kurşunlanmalar… Tecritler… Ardı ardına patlayan bombalar… Bi şeylerin arasında sıkıştık kaldık! Ne olduğunu da bilmiyoruz… Şimdi de… Ne yaşıyoruz biz Allah aşkına... Seçim yaklaşıyormuş! Bize ne ki seçimden… Seçen çoktan seçmedi mi? Gidip onaylamamızı mı bekliyorlar? Böyle bir şey mi demokrasi…


— “Lüks Nermin” vardı bizim zamanımızda... Menderes yabancı bürokratlara kadın ısmarlayacakmış… Getirmiş “Lüks Nermin” iki kişi... Tabi biri hastalıklı çıkınca yabancılar şikâyet etmişler... Menderes mahcup olmuş... Yok oldu kadın ortadan… Manukyan olacaktı, emekli oldu… (Gülüyor) Bürokrasi deyince nedense aklıma bu olay geliyor... Bürokrasimiz de en başından beri böyle ısmarlamaydı sanki...


— Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren Halk Partisi din düşmanlığı yaptı. 35’lerde 38’lerde kitap tutmak yasak, Kur’an okumak yasak… 20 sene ezanı değiştirdiler. Bir yandan bunu yapıyorlar bir yandan halka zulmediyolar… Mesela… Tarlamızdan çinik çıkardı… Polis gelip “Burdan kaç çinik çıkar” diye sorardı… Atıyorum “40 çinik” derdik... “20’si bizim” der, el koyarlardı…


— Ben tarih marih bilmem... Kimse de bilmez... Yenilir giyilir bir şey değil ki tarih... (Gülüyor)


— Altı çocuk vardı evde, bir de ben gelin, kaynanam ve kaynatam üç odada yaşadık. Sofra kurardık, kuymak yapardık. Yemek varsa yemek konurdu. Yoksa ayran olurdu. Sonra yallah işe. Odunluğa, tarlaya, yaylaya… Dağlardan yürüye yürüye yaylalara gidiyorduk, dönerken bir de sırtımızda yükle dönerdik. Zor olurdu, çok zor. Bir an olsun durmazdık.


— Biz o vakitler parti içinde değil belki ama orda burda tarih yazıyoruz sanmıştık... Bi halt yazdığımız yokmuş!

— Bu millet bolluğu Özal’la gördü... Neler çekti bu millet… Menderesi yaşatmadılar. Özal’dan sonra Türkiye yaşanacak bir yer oldu. En bol da şimdi… Erdoğan’a Allah uzun ömür versin… Bazen görüyorum anket yapıyorlar da soruyorlar millete. Mansur Yavaş’ı beğeniyor millet… Kılıçdaroğlu hala bir aday bulamadı, nasıl olcak ki bu iş. Diğer adaylar da nasıl kazanacak bilmiyorum… Çok gerçekçi gelmiyor.


— Yardım günleri… Halk dümeni kimin tuttuğunu anlamazdı… Sorgulamazdı da... Gazete okuyanlar belki... Sütümüz tozdandı… Tütünümüz de ıslaktı… Zeytinyağı desen zaten yoktu… “Sağlıksız” diyorlardı... Biz biliyoruz ama... İstemiyorlardı da ondan sağlıksız... Türküsünü bile söylediler, “Zeytinyağlı yiyemem aman” diye…


— Siirt’te askerdeydim. İzinlerde dışarı çıktığımda Demokrat Partililerle takılıyordum. Binbaşı arkama adam takmış. Onunla takıştım bu yüzden. Beni tehdit etti, “Seni Diyarbakır Cezaevi’ne yollarım” dedi. O günlerde Cemal Gürsel devlet başkanıydı... Bir gün yemekhanede yemek yiyoruz. Ben Cemal Gürsel aleyhine bir şeyler söyledim… Çorumlu Alevi bir çocuk vardı. Küfretti, “Senin dinine imanına” dedi… Elimde bıçak vardı. Oturduğum yerden kalktım koşarak çocuğa doğru, araya girip ayırdılar… 30-40 kişi vardı. Ondan sonra askeriyede ünüm arttı. Bir grup asker bana gelip “Abi burada birlik olalım, birbirimizi kollayalım” dedi… Sonra Menderes’i astılar… Ben o sırada cezaevi askeriydim… Düşünce mahkumları olurdu, ben onları beklerdim. Menderes idam edildiğinde üzüntüden iki dişimi söktürdüm, gözlerim miyop oldu… O zaman şimdiki gibi değildi durum, isyan edilecek olsa, toplu bir hareket olsa hepimiz giderdik… Ama topu topu kaç kişiydik ki… O cesareti gösteren lider olmadı, belki olsaydı farklı olurdu işler… Menderes çok temiz, insaflı, millet için çalışan bir insandı. Severlerdi onu. Haksız yere, bir de iftirayla, at davası, it davası diye diye ipe gönderdiler… Allah rahmet etsin, öyle.


— O zamanlar çok yoksulluk vardı… Ama siyaset de vardı... Değerli de bir şeydi bu… Şimdi yoksulluğun değeri yok! Kirlettiler onu... Bilmiyorum... Belki de siyasetle düzelemeyeceği anlaşıldı her şeyin... Para bütün işi görüyor şimdi...


— Doldurdular yirmi milyonu bir şehre... Vehbi Koç demişti: “Nüfusu sekiz milyonda tutmak gerek...” Bak o adam bile demişti! Allah’ın tekmesi var evladım... Öyle bir sallar ki tekmesini... Koca şehir tuzla buz olur… Onlar, tüccarların işine gelmediği için nüfus politikasını hep tersinden tuttular... Kırk milyon yoksul, oldu sana yetmiş milyon yoksul...


— Ben artık anlamıyorum... Sanki görünmez bir ip varmış... Politikayı da, düşünceyi de yönetiyormuş gibi… Herkes gerçeği biliyor ama konuşamıyor… Duyarlılık yarattı birileri… Bu birileri kim o da bilinmiyor… Onun sayesinde birileri de bir yerlere geliyor… Halk nedir mesela… Herkes hem kendine çekmek istiyor hem de utanıyor ondan… Gençlere bir şey söylüyorum… Kafalarında başka bir şey var… Anlamıyorum… Burada, İzmir’de… Büyüklerimizin hepsi savaşmış… Yarısı ölmüş yarısı sağ çıkmış… Bizim sülalenin yarısı mezarda mesela… Şimdi gençler çıkıp “Savaş kötüdür” diyerek milleti hizaya çekiyor… Evet kötüdür… Ama siz bunun ne anlama geldiğini bilmiyorsunuz bile… Savaş kötüdür çünkü savaşın kötülüğünü biz… Büyüklerimiz onunla ilgili konuşmayı reddettiği için anlıyoruz. Kötüdür yani savaş… Ama kuru kuruya değil… Bu pek gerçekçi politikayla… Her şeyle empati kurduğunu iddia eden nesil anlayabilir mi bunu? Ben söyleyeyim… Anlayamaz… Çünkü buradaki motivasyonun, yaşananın ne olduğunu bilmiyor… Henüz savaş görmedi… Biz Yunan’ı, Fransız’ı, Rus’u anlamak zorunda falan değiliz… Empati güzel şey, evet… Sizi boşlukta asılı bırakıyorsa, ne demeli ona? Siz mesela savaşmak zorunda olan bir adamla empati kurabilecek misiniz… Altındaki hikayeyi biliyor musunuz? Nelerden vazgeçildiğini… Nelerin feda edildiğini… Bırakın insanlar kurtuluş günlerini hatırlasın… Kutlasın… Varsın barbarlık olsun… Bu insanların savaşa sürüklenişi, ölmesi ve öldürmesi bir avuç çokbilmişin nereden edindiklerini bilmediğimiz yargılarından daha mı önemsiz? Değil! Tabi ki değil!..


— K*** S*** komutan benim komutanımdı… Ne oldu o adama? Asitle mi erittiler? Menderesçiydi… Yok ettiler adamı... Ne oldu ona?


— O lojmanların tuğlalarını ben vermiştim... Boydan boya tüm tuğlalarını... Batışımı da bir süre ertelemişti... Napıyorlar şimdi yıkıp... 700 milyon liraya cami! Yerli halk karşı çıktı yazıyor gazetede... Ne fark eder? O lojmanları da siz yapmıştınız!

— 60’ı biz yaptık... Planlamak değil ama... Gençtik… Bizim ellerimizle, “lütfen git” diyen bakışımızla yapıldı 60… Kimsenin bir şeyden haberi yoktu. Askerin bile… “O sabah napıyordun” diyorlar...  Çay içiyordum. Evet kantinde oturmuş çay içiyordum... Radyodan söylediler darbeyi... Az sonra yolda gördüğümüz anayla çocuğuna... Ağzımızla değil… Namlumuzun ucuyla “uzaklaş burdan” hareketi yapacaktık… Anlaşılmaz bir suçluluk... Çünkü elimizde af dileyeceğimiz hiçbir şey yok... Gerçekten anlaşılmaz olarak da kaldı. Anayla çocuğu anlamadı mesela... Fabrikaya gitmek isteyen kamyon şoförü de anlamadı… Biz de anlamadık... Kimse anlamadı... (Yanında oturan torunu “e, dede sende darbeciymişsin” diyerek gülmeye başlıyor.)


— Ben her şeyden memnunum... Siz o zamanları bilmediğinizden cozutuyorsunuz!


— Zaman değişiyor... İnsanlar değişiyor. İletişim araçları değişiyor, televizyonlar, şunlar bunlar... 28 Şubat’la 27 Mayıs’ı düşünün. 60’lı yıllarda zaman farklı. Hem yokluk var, hem cahillik... Millet esir gibi yaşıyor. Ekmek bulabilirse ooo… Öpüyor tepesine koyuyor. Ama 28 Şubat öyle değil, onu safi askeriye yaptı zaten.


— Atatürk’ü Koruma Kanunu’nu biliyor musun? Celal Bayar çıkarttı o kanunu. Bir sene yatırırlar adamı konuşursan… Halen de duruyor… Anlamıyorum.


— İsmet var… Onun anası çağırırdı beni. Sabahın çok erken saatlerinde bu aylarda yerlerden ot toplamaya giderdik…. Ya pancar yaprağı ya bir şey alırdık sırtımıza ip gibi, taşımak için. Alırdık yüklerimizi, yaylada da bir şeyler atıştırırdık… En az 35-40 kiloyu halatla bağlardık. Kuvvetli kadınlardık… Bir komşu vardı, elli kilo taşırdı. Ben o zaman 26-27 yaşlarındaydım. Çocukları bırakırdık evde... Büyük olan çocuklar küçüğüne bakıyor. Ne yiyip içerler bilmiyoruz. O zaman doğru düzgün bezler de yoktu… Gelip bakardık çocuk bok içinde. Dönüp de çocuğun altını temizlerken, onu yıkarken… Çok ağlardım.


— Sanırım 60 en kötüsüydü. 12 Mart’ta da zulmettiler de o kadar olmadı. O darbede zulüm Kürtlere dönüktü. Gezmişler falan… Karışıktı ortalık… Biz o kadar görmedik. Ama 27 Mayıs inananlara zulüm oldu... Bunların eline fırsat geçti istediklerini yaptılar, yaptırdılar… Kardeşlerim Demokrat Parti’nin içindelerdi… Onlara da çok zulmettiler. 60 darbesi zamanlarında o zamanın siyaseti de şimdiki gibi değildi... Millet birbirine tam düşmandı. Mesela bizim Aygözme’de camileri birbirinden ayırmışlardı... Halk Partililerin camisi, Demokrat Partililerin camisi diye... O zamanın particiliği bilinçli de değildi. Adamın babası hangi siyasetteyse evladı da oradaydı… Siyaset soyla aktarılırdı.


— 100 yıl geçti ne oldu? Cumhuriyet değerlerine geri döndüler... Köy okulları açıyorlar… İyi güzel de yapıyorlar… Ama iki taraflı bakmak lazım... O zaman insan açtı... Ne yapsındı eğitimi? Şimdi çok mu farklı? Bakmak gerek…


— O zamanlar… Özal zamanlarıydı. Türkiye’de petrol bulunacaktı arıyorlardı, kapattırdılar. Yaptırırlar mı adama! IMF’ye borç olunca baskı! Siyasilerin üstünde baskı! Bizim zengin olmamızı istemediler… Erbakan denedi, olmadı. Nasıl yapılacak bu ülkede ağır sanayi, sistem nasıl kurulacak? Her geleni indiriyorlar.


— Osman dedem anlatırdı Cumhuriyet zamanlarını… 88 doğumluydu. Çanakkale’de 8 sene savaşmış. Sonra da kaçmış gelmiş. Kaçmasa iyiydi ya, kaçmış işte. O giderken anneannem hamileymiş, bir dönmüş çocuğu sekiz yaşında... Buralarda tedaviye gelirlermiş. Burda yaşarlarmış, jandarma arıyor asker kaçağı olarak. Evde sığınakları varmış, arama olunca yer altına girermiş. Yemeğini falan öyle yermiş... Sonradan kendi de jandarma ile arkadaş olmuş. Şamelik’e gitmiş, orda bir evde misafir etmişler. Orda bir evde tereyağ sokumu vermişler. Gelirken yolda karşılaştığı arkadaşı “Osman Çavuş, ne verdiler?” demiş. “Ayran sürmesi… vereyim mi?” demiş… Ayran sürmesi de yalan yoğurt! (Gülüyor) Çok tatlıydı dedem, komikti… Bir gün Kafkas cephesinde savaşırken bir eve girmiş, bakmış kimse yok. Tandırda da çorba pişiyormuş. Kaşığı almış, tası almış. Başlamış içmeye. Kadın da çorbayı pişirmiş, suya gitmiş. Dinelmiş gelmiş bakmış bakmış buna, sonra şey demiş: “Senin anan da kaygı çeker mi benim oğlum aç kaldı diye?” (Gülüyor)… Gemilerin battığı zaman ordaymış dedem. “Yüzbaşı geldi, filan gemi batıyor” diye. “Tepeye çıktık baktık, bir geminin safi güvertesi görünüyor” diye anlatıyordu… Atatürk’ü de görmüş. “Yüzbaşı evrak gönderdi benimle, vardım, yüzünden düşen bin parçaydı” diye anlatırdı... Giyecek yok, yiyecek yok. Burdan asker doğuya gidiyor, Ankara’dan kaçmış bu yana. Sekiz geceli geldim derdi. Gündüzleri yatıyor, geceleri yürüyor... Sonra asker giderken tekrar gitmiş aralarına karışmış. Düşünsene sekiz yıl… Bir geliyorsun çocuğun sekiz yaşında… Tanımıyor seni! Kolay mı? Ne için mi kaçmış? Bilmem ki yavrum... Tam anlatmıyor ama, neler çektiler Allah bilir… Atatürk’le birlikte savaşmış... Batan gemileri tepeden izlemiş... Arkadaşları ölmüş... Topal kalmış... Karısını özlemiş... Çocuğunun sekiz yılını görmemiş... Adam sekiz yıl boyunca “Neden savaştım?” diye sormamış... Biz ona “Neden kaçtın?” diye nasıl soracaktık...


— 12 Mart’ta cuma sabahıydı, pazara gittik. Askerler pazar tezgahlarını tekmelemişlerdi.


— 100 yıldır sürekli borçlana borçlana, ancak bu kadar… Ne olacaktı ki! İyiyken… Zenginken… Cebimiz para görmüşken… Borçmuş meğer!


— Alparslan Türkeş için sigarasını Menderes’in üzerinde söndürdü derler. 80’lerde “hoca”ya verdik… Erbakan’a. Kenan Evren kışlası vardı Maltepe’de… Ne yapıyorsan karşılığını buluyorsun işte… 74 seçimlerinde Ecevit’e oy verdim. Zaten o sene bizim köyde Ecevit tulum çıkarmıştı. Niye? “Kıbrıs’a hareket etti” diye. Bilinçli değildi insanlar… Eşek arılarının sandıkları olur ya. İşte öyle kocaman bir radyomuz vardı. Bütün iyi kötü haberleri ondan dinlerdik. Burdaki tek radyo da oydu zaten. Başkanın binasında dururdu... Şimdi Nihat dükkân açtı oraya. Eskiden kahveydi orası, ahşaptı. İlk radyo geldiğinde bir baktık makinenin içinde adam konuşuyor. “Adam nasıl girdi oraya?” diye konuşurduk arkadaşlarımla… (Gülüyor) Okuldan çıkıp radyoya bakmaya giderdik. Almazlardı ama büyükler bizi…


— Gürbüz abi vardı bizim orda, Kore’ye gitmişti. Cepheye. Hindistan cevizi getirmişti. Kore şeydi canım, Kore’de bizimkiler yararlılık gösterdiler. Dünyaya tanıttılar kendilerini. Öyle değil mi? (Gülüyor)


— 80 bir felaketti. Bence bu hakkında konuşulacak bir şey, bir anı gibi değil. Susmamız gerekiyor belki. Ne diyeyim… Ciğerlerimizi söktüler… Bu milletin havsalasını çaldılar. Hâlâ bugün... Bugün bile işte bahsettiğiniz tüm krizlerin… Şurada burada yaşanan… Yaşanamayan her şeyin altından o günler çıkar... Öncesi de çok karanlıktı, evet… Ama olmasaydı! Keşke olmasaydı... Bakma hiçbir şey de bugünden daha kötü olmazdı. Yani gelecek anlamında. İyi bir şey olmazdı Türkiye belki, ama en azından kendi olurdu… He…


---


  • Katkıda Bulunanlar:

Özgür, Fatma, Ahmet, Hakan, Arif, Hüseyin, Dilara,

Emine, Ali, Ömer, Hatice, Güneş, Enes, Mesut, Emre, Faksu, Tunahan,

Zilnur, Hüseyin, Faruk, Hacı Ahmet, Fatih, Pakize, Cemile,

Osman, Aytaç, Zeynep, Canan, Ahmet F., Hasan...

bottom of page