Tarihten Tersini Almak, Tarihe Dersini Vermek: Zamanın Sesleri
- Türkiye'nin Ruhuna Yolculuk
- 27 Tem 2024
- 9 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 29 Tem 2024
-Kafelerden, Sokaklardan, Kantinlerden, Telefon Rehberlerinden ve Mutfaklardan / 18-35 yaş-

— Geçen hafta olsa başka şeyler anlatıyor olurdum. Ama şimdi... Biliyorsunuz... İki gün önce Yalova’daki fabrikada bir şey yaşandı... İşçilerden bir tanesi düşerek ölüyor… İş güvenliği uzmanları patron emriyle, ölen kişiye emniyet kemeri takmaya çalışıyorlar… Ölen işçinin arkadaşları izin vermiyor… Kavga ediyorlar… Bunu konuşmamız gerek... Çünkü izlediğim kavga görüntüsü… Ölünün başında yumruklaşma anları bana çok farklı şeyler hissettirdi… Siz de izlediniz mi? Ben izlerken kalbim göğsümden fırlayacak gibi oldu… Negatif anlamda değil… Heyecanlandım… Ama aynı zamanda öyle alçakça bir şey var ki görüntülerde, midemi bulandırdı… Midem bulandı… Bulandı çünkü insanın alçalabileceği en aşağı seviyeyi gördüm… Paranın, hırsın, kibrin insana neler edebileceğini gördüm… Bu uzmanlar sorumlu değiller mi… Suçu patronlarına atacaklar belki… Patronlar da sermayeye sığınacak… Sistemin insana yaptığı şeyler anlaşılır gibi değil… Kendinizi kovulma korkusuyla ölü birine kemer takmaya çalışırken hayal edebiliyor musunuz? Belki de hayale bile gerek yok… Öyle insanlara dönüşmüşüzdür… Ama yalan söylemeyeceğim… Ölen işçinin arkadaşlarının mücadelesi… Onların attıkları her yumruk da öfkeyle değil… Özür dilerim. Coşkuyla heyecanlandım… İsmimi yazmayacağınız için söyleyebiliyorum bunu. Heyecanlandım… Çünkü kendimi ölen arkadaşının ölüsünü kurtarmak zorunda olan işçinin yerine koydum… Çünkü bana bir şey fark ettirdi… Arkadaşlıklarımızın tabanında yatan şeyi hatırladım. Birbirimize karşı basit ve asli görevimizi hatırladım… Biliyorsunuz en acımasız savaşların bile bir kuralı vardır. Nedir? Ölülere dokunamazsın kardeşim! Nedir? Ölülerin üniformayla gömülme hakkı vardır… Sabah savaşılır… Gece olur ara verilir... Ölüler toplanır… Taraflar meydanda bir araya gelir… Birbirine müdahale edemez… Ölüler toplanır… Bakın savaşta bile... Kimse düşmanın ölüsüne saygısızlık edemez… Üstünde tepinemez… Onun ölülerine halel getiremez… Ama bu olay… Ne demeli bu olaya? Yalanlayanlar oldu da ne fark eder? Kimsenin şaşırmayacağı bir şey! Herkesin yaşanabilir karşıladığı bir şey! Ne fark eder! İki şeyi anlamış oldum bu olayda; işte beni iğrendiren ve coşturan şeylerde onlar oldu. Anladım ki sermaye cesetlerimize, ölümüze bile musallat olmuş! Göz koymuş ölüme... İnanabiliyor musunuz? Ölümün kendisine… Ama sonra başka bir şey daha anladım… Madem birbirimizin hayatını düzeltemiyorsak… Arkadaşlarımızı kurtaramıyorsak… En azından onlara sade bir ölümü… Yani basbayağı ölebilmeyi, dümdüz ölmüş olmayı borçluyuz… Cesetlerinin bir şeylerin malzemesi haline gelmemesi… En azından bunu onlara borçluyuz…
— Krizi orta sınıfa kök söktürmek için harlıyorlar… Bu şehirde yalnızca alt ve üstleri bırakacaklar! İstanbul, efendilere ve kölelere kalacak… Her yer tüccar ve dilenci kaynayacak! Ben… Ben gideceğim buradan.
— Her şeyimiz var, birikimimiz malımız mülkümüz. Ama annem hala kışa domates kaynatıyor. İlk başlarda anlamıyordum. Yani sordum… Çünkü yiyecek için yapmıyor bunu. Altında bir tedirginlik var. Biraz üstüne düşününce, anladım ki her an her şey olabilir. İnsan kendini bir anda savaşın ortasında, elinde kavanozlarla bulabilir. Yazın kaynattığı domatese muhtaç kalabilir… Fakirlikle ilgili değil, tedirginlikle ilgili… Sonuçta Avrupa’da yaşamıyoruz… Öyle değil mi?
— Hayatta kalmanın mücadelesini veriyor insanlar. Tat almadan ya da tat almış gibi yaparak, hazzı yaşayarak hiçbir amacı olmadan yaşıyorlar bence. Nasıl diyeyim… Araz mı derler… İşin özüne değil, cevhere değil araza bakıyorlar. Cevherin mücadelesini vermiyorlar. Cevherden kastım öz. Bir adam… Nasıl diyeyim, “toplum adamı” diye bir laf var bilirsin. Şey yapıyor adam, arabası varsa, güzel giyinmişse adamdır. Ama merhametliyse, okumuşsa bunların bir önemi yoktur. Görünen neyse, değer ona verilir. Öyle yaşamaya çalışıyor insanlar, yaşam denirse tabi buna.
— Son zamanlarda hayatım tam anlamıyla bekleyişler üzerine kurulu… Bir yere tutunma isteği, söz söyleme isteği, eyleme isteği ve daha nicesi, bu bekleyişin sonunda elde etmeyi umut ettiklerim... Gel gör ki Türkiye bu bekleyişi hiç de kolaylaştırmıyor... Türkiye diyorum ama aslında bu coğrafyanın ne suçu var! Galeano muydu? “Yüzün suçu aynaya yüklenebilir mi?” diye soruyordu... Yani sen aynaya baktığında görmek istediklerini göremiyorsun diye suçu aynaya mı yükleyeceksin? Hayır elbette! Peki ne yapmalı? Yüzleşmek gerekiyor belki, bilmiyorum. Yüzü geçmişe dönmek gerekiyor. Nereden nereye geldiğimizi görmek gerekiyor… Nerede ne hata yaptığımızı bilmek gerekiyor... Aslında mücadele etmek gerekiyor! Neleri seçebiliyoruz ki? Neleri reddedebiliyoruz? Sesimizi, belleğimizi kim çaldı bizim! Sözümüzü eylemden, geçmişimizi bugünden ayırmayarak özgürlüğü yeniden kazanabiliriz belki? Belki de kazanamayız bilmiyorum… (Gülüyor) En azından bu bekleyişlere bir son verebiliriz. Bizi kendi gerçekliğimizden koparan, kaderimizi elimizden alan bir yer burası. Halkına büyük şehrin sofrasını kuran ama artıklarıyla yaşamaya mahkûm eden bir yer. Bu yüzden bu şehir, bu ülke bizi günden güne yalnızlaştırıyor… Bizi ortaklaştıracak ve özgürleştirecek şey nedir bilemem. Ama birliktelikle hafızayı yeniden ele geçirmemiz gerektiğini biliyorum. Sözün tekelinin yıkıldığı bir Türkiye inşa etmek gerekiyor, onu biliyorum! Zor ama umut etmek gerek. Zaten ben ne zaman umutsuzluğa kapılsam birilerini görüyorum. İnanmış birileri... Bir kitaba, bir şeye denk geliyorum... Kendi kendime şunu düşünüyorum; geçmişten bugüne bir toplumu oluşturmak için seslerini yükselten insanlar vardı bir yerlerde… Harekete geçen, direnen insanlar… Hala da var, değil mi? Öyle inanıyorum!
— Ben 15 yaşımdan beri hayal kuruyorum abi. Hep ütopik ya. Rüya görüyorum ben… Türkiye’yle hiç alakası yok! Hani “Kutuplara giden üşür” derler ya, biz kutuplaştıkça soğuyoruz aynı öyle. Kutuplaştıkça üşüyoruz; bunun farkında değiliz. Kardeş değiliz yani, bu tamamen rüya. Bir sınıfta bile ön sıralarla arka sıralar ayrışıyor, sınıfsal ayrışıyor. Her şey ayrışıyor. Biz kul oldukça özgürüz. Belirli sınırlar var, o sınırlarda kendini istediğin şekilde inşa edebilirsin. İnanmaya “hürriyet” dediğimiz zaman bu bizi bazı şeylerden azade kılıyor. Toplum buna “kısıtlama” diyor, ama bu da bir özgürlük. Doğru ve yanlışın senin için seçilmiş olması. Toplum nazarında ben herkesin istediğini yapamayan biriyim belki, ama Allah nazarında ben kendimi özgür hissediyorum. Ama insan köle olmuş... Özgürlük dediği bir şeyin kölesi olmuş insan…
— Uzun… Çok uzun zaman konfor ile tutkularım arasında kaldım ben... Bir yandan kendini yormadan elde edebileceğin kazanç, para, statü ve konforlu yaşam beni kendine çağırıyordu, öte yandan içimde buraya dair, bu ülkeye dair faydalı olmak isteyen, üretmek isteyen ve dünyayı daha güzel kılabileceğimizi haykırmak isteyen maceraperest benliğim peşimi bırakmıyordu. Farkına vardığımda… O ilk zamanlar çok zorluydu. Çünkü bu iki kişi arasında sıkışıp kalmıştım. Birbirinden oldukça farklı iki benlik arasında mekik dokuyan bir pinpon topuna dönüşmüştüm sanki... Aynı bedende hem Dr. Jekyll hem de Mr. Hyde olmak istiyordum… (Gülüyor) Acı giderek artınca sonucu ne olursa olsun pinpon topu olmayı reddetme kararı aldım. Araf zordu, kabul edilemezdi. Çünkü araf, içimdeki bütün benlerin hasret duyacağı veya pişman olacağı bir yaşamın merkeziydi... Ve bu merkezde hâkim olan tek şey huzursuzluk, çaresizlik, cesaretsizlik, belirsizliğin telaşıdır. Arafta kaldıysanız sizin gerçek manada yaşanmaya değer bir tecrübeniz yoktur. O eksi sonsuz ile artı sonsuz arasındaki sıfır noktası gibi bir şey... Orada hareket yoktur. İyi ya da kötü yoktur. Benlerin ölüme terk edildiği amaçsız bir savaş alanıdır artık orası… Ve şurası da çok ilginç ki arafı tecrübe eden birinin orada kalmak istemesi neredeyse imkansızdır. Arafı görüp çıkan kişi bence her anlamda bir galiptir. Hangi beni tercih ederek araftan çıkmış olursa olsun artık eskiden sahip olmadığı bir şeye sahip: Bir cevaba. Bu cevabı öyle sıradan bir şey olarak algılamayın sakın… Bazen hayattaki en önemli çabanız bir cevap olabilir. Ben arafta yaklaşık bir buçuk yıl kaldıktan sonra buranın olabilecek en kötü yer olduğuna karar verip o sisli, boğuk, hep karanlık ve ne menem bir şey olduğu anlaşılmayan diyarı terk ettim. Şimdi zihnim ne yapmak istediği konusunda sarih… Ama yanlış anlamayın, kesinlikle kaygısız değil. Artık hem karanlık hem aydınlık var. Her halin sürekli olduğu bir yerde değilim. Ve daha da önemlisi tercih ettiğim yeni yaşamın bir sorusu var ve bu sorunun cevap olacağı bir tecrübesi var. Nihayetinde şunu biliyorum: İnsan olarak yanılmaktan, yanlış veya doğru yapmaktan korkmadan kendimizi ifade edebileceğimiz bir “beni” evetlememiz gerek… Elbette bu “ben”i evetlemekle, içinde bulunduğunuz arafı fark etmek, ne olduğunu anlamak zorundasınız... “Bir işe yaramıyorum” düşüncesinden uzaklaşmanın yolu, kendinize vazife edinmektir... Kendisine vazife edinmiş bir insanın öyle ya da böyle bedel ödeyeceği veya mükâfat bulacağı bir yaşamı olacaktır. “Ben”ler arasında sıkışıp kalmaktansa “ben”ler arası yaşamak daha tercih edilebilir geliyor bana…
— Bir adamla birlikte bir iş yapalım dedik, bana şey dedi: “Ne zaman gazeteye çıkarız?” Yerel gazeteye çıkmanın derdine düşmüş. Okumayan okumadığı gazeteye çıkmak istiyor. Ne yapacaksın? Hep bir fotoğrafın parçası olmanın derdine düşmüş insanlar... Protokol! İnsanlar tatili mutluluk zannediyor. Eylül geldi okul başladı, öğretmen adamın yine canı sıkılacak. Bu kalıcı bir kazanç olabilir mi, bir tatil. İncil’de miydi, şey diyordu “Dünya bir köprüdür köprüye ev yapılmaz.” Hazcılıkla yaşayan adamlara bak… Yaşlanınca koşa koşa hacca gider, ölüm korkusu sarar her tarafını… Para adamı paralar! Paranın bir araç olduğunu unutuyor insanlar, bir amaç gibi davranıyorlar ona… İnsanlık ehliyeti alamayan adam araba ehliyeti alsa ne olur! Varlık anlayışımız değer üzerine kurulmalıdır. Değeri biz belirleriz. Görüntü değerin yansımasıdır bir yerde. Onu biz isimlendiririz, değerini biz veririz. Ama insanlar değeri verilmiş bir şeylerin peşindeler, kendileri bir şeye değer biçmek istemiyorlar. Bir kazan dolusu pilavın olur, ama pilavın bir tadı yoksa istersen bir orduya yetecek pilavın olsun. Onun adı “pirinç”tir sadece.
— Çok değil, bundan 7-8 sene önce bir Türkiye hayal ediyordum… Tabi hayal ettiğim Türkiye, bu değildi... Kronikleşmiş sorunları aşmış… Tabuları yıkmış… Her meselenin sağlıklı bir zeminde özgürce tartışılabildiği… Kimlik problemlerinin tamamen ortadan kalktığı ve siyasetin sınıf atladığı bir ülkeydi. Heves ve hayallerle girdiğimiz mücadele sonunda Türkiye, yine 100 yıl önceki hikayesine geri dönmüş durumda… 3 Meşrutiyet bitti, yeni bir istibdat dönemi başladı. Adaletsizlikler, yolsuzluklar, haksızlıklar artık toplumun özümsediği gündelik rutinlere dönmüş durumda… İnsanların haklı olana değil, güçlü olana paye verdiği, güçlü olanın yaptığı haksız tavrın milyonlarca insan tarafından bir şekilde meşru zemine oturtulduğunu görmek hayal kırıklığımı keskinleştiriyor… Maalesef… Yıllarca değer verdiğim, hakkaniyetli duruş ve ilkelere sahip olduğunu düşündüğüm insanların ve grupların yaşadığı değişim ve dönüşümün karşısında bir yandan üzülürken, bir yandan öfkeleniyorum. Tarihin her noktasında daima haklı tarafta durduğunu düşündüğünüz bir aidiyetin, günden güne ceberrutlaşmasına şahit olmuş bir insanın yaşadığı hayal kırıklığını yaşıyorum... Geçmişte tanıdığımı sandığım birçok insanı tanımadığımı görmek acı bir yalnızlık hissini de vicdanıma yüklüyor. Ama yine de hayal etmekten vazgeçemem... Hayallerin peşinde koşmaya devam edeceğim. Türkiye’yi bugünden daha farklı bir yer haline getirmek için hepimizin üzerine düşen büyük bir sorumluluk var…
— Romancı olmak isterdim… Öyle alelade bir yazar olmaktan söz etmiyorum. Alışveriş listesini bile okumak isteyenlerin olacağı büyük bir romancı olmak isterdim. Bu kendi şahsıma büyük bir hayranlık duyulmasını istememden dolayı değil... Tam olarak yazdığım kurmaca metinlere duyulan bir hayranlık duyulmasını istediğimden… Hatta öyle ki ortalarda da pek sık görünmeyen, romancılıktan aldığı gücü başka alanlara devşirmek istemeyen birinden söz ediyorum. Ben büyük romanlar yazan bir yazar olamadım. Aksine taşrada yöneticilik yapan birinci sınıf bir bürokrat oldum. Evrak, evkaf, toplantılar öte beriyle geçirdim günlerimi... Bunu hedeflemeden, aklımın ucundan bile geçirmeden bir nevi ilgisizlikle yaptım. Nereden çıktığını bile anlamadan… Bakıyorum da şimdi roman falan hak götüre… Ben o Rus romanlarından kalma bir roman kahramanı olmuşum… Nasıl fark etmez insan bunu? Şimdi… Acı çekmek gibi âşık olmak da bir marifet. Ne mutlu bana ki özgürlüğüme aşıkmışım. Uzun sürdü ama anladım, yıllara yayılmış bir yanılgıyı sürdürmüşüm… Neydi aslında biliyor musunuz? Ne içindi? Belki gülünç gelecek ama hemen hepsi bir aferin alabilmek içindi. Hepsi bu… Sevilmek, beğenilmek… Pöf... Allah korusun daha kötüsü de var… Ya birine borçlansaydım, bir takım elbiseye ihaleye fesat karıştırsaydım, yuları geçirtseydim boynuma… Ölene kadar ordan oraya çekiştirme imkanını verseydim onlara? Çok şükür… Verilmiş sadakamız varmış… Sıyrılıyorum tam 30 yıldır yaşamaya maruz bırakıldığım bu saçmalıklardan. İşin özü şu ki, yalan söylemeden yaşayabilmek istiyorum. Canım böyle istiyor diyebilmek… Burada bu mümkün mü? Umurumda bile değil... Başka yolu yok. Kibarca bir talep değil ki bu!
— Biliyorsun 4-5 yıldır Türkiye’de değilim. Biraz kavgalı, biraz umutlu, biraz da heyecanlı ayrıldım… Küskündüm, ama aynı zamanda uzanacak eli her an bekleyen ve dönmeye hazır bir haldeydim… Son zamanlardaysa her ziyarete geldiğimde suikasta uğramış gibi hissediyorum. İki yüzlü siyasetin ya da ucuz politik kavgaların değil, öldüresiye rekabetin, gittikçe derinleşen didişmenin, anlamamak için ısrar eden öfkeli bir kalabalığın suikastından bahsediyorum. Bilmiyorum… Belki de bizim büyük çaresizliğimiz burada başlıyor. Çünkü biliyorum ki… Haksızlığın ve hukuksuzluğun varlığını sürdürmesi için o toplumda kabul görmesi onaylanması ve hatta teşvik edilmesi gerekir. Eğer sistematik bir kötülük varsa orada müthiş bir iş birliğine ihtiyaç vardır. Korkunç bir iş birliği ve ürpertici bir istila var sanki… Mesela kimsenin evini, yurdunu, eşini, dostunu bırakan yerinden edilmişlerin gözlerine bakacak ne cesareti ne de yüreği var… Kimsenin ne tarihiyle ne ötekiler ne de kendiyle yüzleşecek bilgeliği de yok… Ben göremiyorum yani. Yok… Bir kültürel kabızlık hali gibi. Ölüm bile… Ölümün kendisi bile herkesi bir dakikalığına durdurmuyor. Bir kutuya sıkıştırılmış insan kemiği yığını bile… Bütün bunların altında debelenmekle geçmese kimsenin yaşamı keşke… Güzelliğe yaşama dair şeyleri ıskalamasak… Sevdiklerimizi, gökyüzünü, dayanışmayı, kederi, içten bir mutluluğu ya da öngörülemez bir aşkı duyumsayamıyoruz. Her gün birbirine performans pazarlarken ötekilerine de her fırsatta ayar veren eli sopalıların kuşatması altında ruhumuz… Steril, duygusuz, inançsız ve acısız… Belki de bir şekilde bu koroya dahil oluyoruzdur, bilmiyorum…
— Ortaklaştığım ya da kolektif bir anlayış üzerine düşündüğümde insanlarla buluşamıyorum. Sivas küçük yer, gelin kitap okuyalım, anlayalım diyorum. Hep konser istiyorlar, bilmem ne… Gelmiyorlar. O yüzden artık yalnızlığı tercih ettim. Heves kalmadı bende. Aklımda çok güzel şeyler vardı ama kimseyle ortaklaşamayacağımı anlayınca, bunun sonunda kesin kötü bir şey olur zaten deyip uzaklaşıyorum... Çok karamsarım bu konuda. Lisede, Mustafa Kutlu’nun mu ne, bir hikayesini okuyup etkilenmiştim. Orda diyordu ki “İnsanlar herhangi bir vakfa derneğe ihtiyaç kalmadan kendi yapabilecekleri düzeyde iyilik yapsınlar.” Yani sivil olarak. Ama bizim insanımız bunu enayilik olarak gördüğü için bir anlamı kalmıyor... Kapının önünü süpürmek tercihe bırakıldığı için kimse bunu tercih etmiyor… “Niye süpüreyim?” diyor. Hevesmiş bunlar, bunu anladım... Hayal ettiğim gibi olmadı.
— Böyle sorularla her zaman muhatap olmuyorum. Genelde bana “Şu iş bitti mi?” gibi sorular sorarlar… Hayatımın hiçbir evresinde ‘ne aradın ne buldun’ diye sormadılar. Sanırım her zaman muhatap olmuyorum... Dedim ama... Aslında hiç olmuyorum. Bazen muhatap bile alınmıyorum! Bu arada, bu ifade doğru mu? Bu ülke üzerine düşünmeye... Sanırım küçük yaşlarda başladım. Hep bir yerim olduğunu düşündüm. Kendimi, en azından doğduğum ve büyüdüğüm yere ait hissettim. Tabii, büyüyene kadar... Büyüyünce işler biraz değişti. Eskiden emirleri babamdan alırdım. Büyüdüğümü hissettiğimde, başlarda, yaratıcıdan almaya… Bir süre sonra da, tabii işe başlayınca, patrondan almaya başladım. Aslında buraya kadar yaptığımız konuşma hayatımın özeti sayılır. Öyle sayın yani... Kimse bana böyle sorular sormadı. Bir şeyler söylendi, ben de yaptım. Birileri böyle sorular sorunca şaşırıyor insan. Yani sırası mıydı şimdi?... (Bir süre susuyor) Beynim parçalı çalışıyor. Soru dağıttı beni... Lise yıllarında klasör kullanırdım. Elimde sıkı sıkı sarılmış taşırdım. İşte hayata en çok sarıldığım yıllardı. Türkiye klasörümün içindeydi. Tarih kitabı her şeyi açıklıyordu. Büyüyünce işler zorlaştı... Gerçekler klasörden taşar oldu! Ben aslında, kendimi hiç de yalnız hissetmiyorum. Sıkıntılı zamanlarda doktora görünüyorum. İş yerinde sıkıntı olunca prim veriyorlar... Konuştukça konuşasım geldi… (Gülüyor) En büyük saplantım saatler. Ama param yok almaya... Şu arkanızdaki vişne ağacı! Dikkatimi dağıtıyor… Bana anneannemi hatırlattı, anneannem benim için Türkiye gibiydi… O da ben onu tanıdıkça, benden uzaklaştı!
---
Katkıda Bulunanlar:
Özgür, Fatma, Ahmet, Hakan, Arif, Hüseyin, Dilara,
Emine, Ali, Ömer, Hatice, Güneş, Enes, Mesut, Emre, Faksu, Tunahan,
Zilnur, Hüseyin, Faruk, Hacı Ahmet, Fatih, Pakize, Cemile,
Osman, Aytaç, Zeynep, Canan, Ahmet F., Hasan...