Türkiye'nin Ellerine ve Ellerin Türkiyesine Dair
- Türkiye'nin Ruhuna Yolculuk
- 27 Tem 2024
- 7 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 29 Tem 2024
Ahmet, 82 Yaşında, Bileyci

-(Yaşamının her anında iki uca da aynı anda basan kendi kuşağının özel tanıklarından biri. En tepeyi ve en aşağıyı görmüş, sevgi ve öfkeyle dolu yüreği... Eğer kıyıda-köşedeliğin bir tarihi olsa, ruhun insan eti üzerinde bıraktığı derin izlerin bir tarihi yazılacak olsa, sahnenin onun ellerinin manzarasıyla başlatılması gerekir. Tanığın ısrarla bahsetmekten kaçındığı ellerinin bir hikayesi var; hem Türkiye’nin yazılmamış tarihinin hem de gündelik hayatta bir insanın adalet için kendine yapabileceği en zarif işkencenin izlerini taşıyor elleri. Bu yüzden söylediklerinden çok söylemedikleriyle ilgilendiğimiz biri. Onunla, -oğlundan öğrendiğimiz kadarıyla- devlet tarafından verilen “Yılın Ahisi” ödülünü reddettiği günün ertesi sabahında, kasabadaki evinde buluşuyoruz. Gününde olmadığını söylüyor. Daha sonra yine geleceğimizi fakat kısa da olsa bir şeyler anlatmasını istiyoruz. Herhangi bir soru sormuyoruz. İşitme cihazını kulağına yerleştiriyor. Gününde olmayan biri gibi, doğru kelimeleri bulamayan ve bu yüzden gerçeği ortaya sermekten sakınan bir yaşlı gibi konuşmaya başlıyor.)
-Gurbete çıktığım tarih… 1953 sayılır… Bunun iki yılı Ankara’da geçti. 1955 Şubat’ın sonunda İstanbul’a geldim. İstanbul’da 15 gün falan orada burada gezdim. Sonra da Üsküdar’a geçtim. Orada zaten yalnızdım, gariptim, kimsemiz yoktu… Sirkeci’de o zaman tamirci dükkanlarının orada, birkaç yerde bulundum. Bir hafta onda bir hafta bunda çalıştım. Vali konağı yanında sarhoş bir adam vardı Yaşar Usta; bir hafta da onun yanında çalıştım... O dönemde Riva yolu diyorlar oraya herhalde; toprak bir yoldu orası, Gülhane parkının giriş kapısına paralel bir yerdi… Oradan direk Cağaloğlu’na varılır… O bölgedeki evler bütün çöpünü toprak yola atardı. Nasıl bir yer olduğunu siz düşünün o yıllarda. Çöplüktü… Orada çalıştım.
Ondan sonra Üsküdar’a geçtim. Üsküdar’da Molla Yaşar Sokağı’nda hemen hemen beş yılım geçti zannediyorum… Doğru ya, 55-60… Şöyle bir düşünüyorum bir yılın sonunda iyi para kazanmaya da başladım kendi kendime. Demek ki kabiliyet becerimiz varmış ki çalıştığım yerler de iyi para verirlerdi... O günün insanları bugünün insanlarından ya çok dürüsttü veya çok saftı bilmiyorum ki... Bugüne bakıyorum insanlar bir şeylerini yitirmişler… Tam olarak ne olduğunu bilemiyorum… Ben cahil bir adamım oğlum, okuyamadım ki tam ne olduğunu izah edeyim… İnsanlara bakıyorum, ümitlerini yitirmişler… İki tane çocuğunu büyütene kadar ne hallere düşüyor insanlar. Üç-beş yaşında çocuklarına babası kurşun sıkıyor, hanımını öldürüyor, kendisi de intihar ediyor… Şöyle bir düşünüyorum bunun anası, babası, kardeşi, kimsesi yok mu? Neden hiç kimseye güvenmiyor da bunları yok ediyor? Bu olmazdı oğlum... 1939’da Erzincan depremi olmuş 20 yıl ağıdını yakmışlar, destanlar yazmışlar. İyi hatırlıyorum yani… Şimdi bakıyorum 99 depremi oldu, bir hafta sonra herkes unuttu. İstanbul’a bakıyorum, namussuzluk diz boyu... Şimdi hatırlıyorum da çocuk olduğum halde hiç kimse sataşmazdı…
Bundan bahsetmem gerek… 1955’in öyle zannediyorum 6 Eylül’ü idi… Çalıştığım dükkânın köşesinde küçük bir çardak yaptılar onun içerisinde uyuyorum… Yatağım da o günkü arabaların koltuğu... Küçücük çocuğum orada yatıyorum. Bir gümbürtü koptu gece vakti… Ne oluyor falan dedik. Bülbülderesi’nden aşağı doğru hücum etmişler... 6 Eylül olmuş, Rumlar, Kıbrıs’ta efendim şöyle olmuş böyle olmuş, tam olarak anladığım da yok. Orada Molla Yaşar Sokağı’nın tam girişinde sağ köşede bir işkembeci dükkânı vardı. Bana orada çorba ikram eder para da almazdı, tatlı bir adamdı… Rum dediler, böyle böyle dediler, bunlar şöyle etmiş böyle etmiş falan dediler… Herkes gayrimüslimlerin bir şeylerini kırıyor. Yerden aldım bir taş. Ben de onun ön camının vitrinini kırdım... Hala içimde onun üzüntüsü. Hala içimde o taş. Bu adam karnımı doyururdu, masum bir adamdı; zaten ondan sonra kayboldu gitti… Dükkân da epeyce bir metruk kaldı. İçime batıyor hâlâ...
O günkü yönetimler bugünkü yönetimlerden çok daha dürüst gibi geliyor... Şimdi bugüne bakıyorsun. Seyrani’nin meşhur bir lafı vardır “Yere sığmaz oldu o sultan olanlar” diye. Kendim için değil, ben 82 yaşında adamım... Sizin için endişeleniyorum, çocuklarınız için.. Siz uyurken sizin geleceğinizi çaldılar... Zamanın birinde ekâbir adamlarla çok oturup kalktım, sohbetlerine katıldım. Onlardan birinden dinlemiştim, kutuplarda Eskimolar o kadar masummuş ki üşümesin diye en yakınını ikram edermiş misafirine, bu kadar masum insanlarmış… (Gülüyor) Şimdi bugüne bakıyorum. Onlar da bu kadar zalimler, her şeyini çalıyorlar insanların geleceklerini çalıyorlar, vatanını çalıyorlar… Birileri diyor işte çok muazzam bir toprak bu memleket… Her milletin doğduğu yer kendisine kutsaldır. Bize belki böyle gelebilir. Niçin söylüyorum bunu? Aşağı yukarı dünyanın yarısını dolaştım… Dünyanın birçok yeri var ki çok güzel. İspanya’da falan çok güzel yerler var. Ya da bana öyle geliyor. Ama bizim ülkemiz de çok güzel, ihanet edilecek ülke değil... Bugünler hoşuma gitmiyor. Birileri ya farkında değil veya bilerek yapıyor ama bu ülkeye ihanet ediyorlar…
Çocukluğum Ermenilerin yanında geçti. Çok hatıralarım vardır onlarla. Hemen hemen 13 yaşına kadar Develi’deydim… Yetim olduğumuz için sokakta kalmadık ama pek sahip çıkan da olmadı. 10 yaşlarında falan Develi’ye sinema gelmiş. O sinemaya gitmek için Develi’nin kabadayıları Ermenilerin kiliselerinin çanına taş attırırdılar. Biz de çanı taşlardık. Papaz veya Türkler bizim taşladığımız çanın sesini duyunca bağırmaya başlardı. Biz kaçardık tabi sinemaya gelirdik, bizi içeri sokarlardı… Sonradan öğrendik ki Develi’nin haracını yermiş onlar… O zaman Develi‘de tamirci çırağıydım. Çukuryurt’ta bir Ermeni’nin traktörü kalmış, beni gönderdiler. Traktörü tamir ettik, Çukuryurt’la Develi arası aşağı yukarı 30-35 km gelir, kolay gidip gelemezsin… Ermenilerin bir hafta misafiri oldum orda, çok ilgi gösterdiler bana, tarlalarını sürdüm. Çok iyi hatırlıyorum geldim mahsulü kaldırdıktan sonra amcama, bir çuval buğday vermişler çalıştığım için... Onlar mı istedi yoksa bilmiyorum... 12 yaşındayım, demek ki kabiliyetliymişim, aklım eriyordu ki herkesin traktörünü ben tamir ediyordum… Mesela bağ komşum Ermeni’ydi. Şimdi düşünüyorum da o zamanki İslam âlimleri, ki böyle insanların ben alim olduklarını da zannetmiyorum da gayrimüslimlerle ilgili birçok ön yargıları vardı… Onların suyu içilmez, şöyledirler böyledirler diye diye yargılar oluşturdular milletin kafasında...
Mürefte’de kaldığım zaman orada Atatürk’le çok yakın olan, onun seyisi olan biriyle tanışmıştım… Cambaz Salih derlerdi ona. Meğer orada atla uğraşana “cambaz” derlermiş. Onun şarap fabrikası vardı. İstiklal Savaşı’nda mı daha önce Birinci Dünya Savaşı’nda mı bilmiyorum; Çanakkale’de savaşmış. Atatürk’ün yanındaymış, ondan hatıra anlatırdı, ağlardı hatta. Bir gün oğlu dedi ki: “Seni kıramıyor, sana bir şeyler söylüyor, sabaha kadar uyuyamıyor babam ıstırabından.” Onun adı da Ahmet’ti. “Ahmet Bey” dedim, “ben bir şey demiyorum, Salih amca kendisi açılıyor.” Nedenini sordum, meğerse Develi’de o bölgeden bir çavuş arkadaşı varmış ona çok iyilik etmiş. Benim de Kayserili olduğumu bildiğimden çok samimiyet gösterirmiş. Evladı gibi severdi. Çok şey paylaştı. Mübadelede buradan Rumlar gitmiş, Ermeniler gitmiş, oradan bunlar gelmiş. Gelince bunlar güz vakti gelmiş herhalde. Kışlık odun için başlamış zeytinleri kesmeye... Bu da demiş ki bunlar çok faydalı sakın kesme. Yarın aç kalırsınız sonra demiş… Oradan biri çıkıp “yalan söylüyor, yabani erik, kesin hepsini” demiş… Erik diye zeytinleri kesmişler…
Ben tabi… Türkiye’de zanaatkâr olduğum için kendim gibi insanları, onların özelliklerini iyi bilirim… En üzüldüğüm şeylerden biri Erbakan’ın siyasete girmesidir. Keşke girmeseydi. Bu ülkenin en kaliteli bilim adamlarından biriydi… Türkiye ondan çok şey kazanırdı. Sanayi çok ilerlerdi… Bir kişiyle bile bu hale gelebilirdi, anlatabildim mi? Ama siyasete girdi, görüyorsun sonuçlarını… Türkiye’de çok değerli insanlar vardı, hala da var ama biz yararlanamıyoruz, bilhassa siyasilerin egosu bu insanları yıpratıyor… Hiçbirinin ağzından bir ozana bir sanatkara övgü duymadım. Bir Neşet, bir kör Veysel, bir Mahsuni bir daha gelir mi? Bunlar o yılların ıstırabını çekmiş, çilesini çekmiş, yokluğunu çekmiş. Nasuhi gitmiş Erzincan’da bir yeğenini ziyaret edeyim demiş... O da doğumda ölmüş, çocuk orada yetim kalmış, çok meşhur bir deyişi vardır: “Malın yoktur, mülkün yoktur, Ankara’da dayın yoktur, bre yavrum niye doğdun?”… Bu laf öyle basit bir insanın ağzından çıkan lafa benziyor mu?
Ben zanaatkârdım... Tuğla fabrikasını açtığımızda birçok şeye imza attık. Birçok makinanın ilkini yaptım; kurutma tesisinde, fırında bir sürü yeni şeyler denedim. Bilirler o günün şartlarında toprak sanayinde olanlar, ben Tekirdağ’da devrim yaptım… Eşimin birdenbire orada genç yaşta ölmesi böyle bir kasabaya gelmemize neden oldu… Pişmanlığım var mı, yok. Neden yok? Kendimize yettik çünkü. Besmele çekmeyi bile bilmezken bir anda tepeden inme Müslüman olduk. Geçmişin günahlarını sildik. Süphanekeyi bile bilmezken yarım hafız oldum sayılır… Ben ne bileyim, kendimizi kurtaracağız zannettik… Şimdi düşünüyorum da o günkü saflığım çok daha iyiymiş meğer… Ve bugünün Müslümanlarına benzemekten korkuyorum. İstemiyorum, utanıyorum bunlardan... Böyle olmamalıydı. Bunlar peygambere ihanet ettiler, hala da ediyorlar. Son akçesini bile fakire sadaka olarak veren bir peygamberin ümmetine bak bir… Memleketin geleceğinden korkuyorum. Layık olduklarını zannetmiyorum, yoksa bir Atatürk daha gelir... Ama zor…
“Kim ihanet ediyor
bu memlekete oğlum!”
Bir hoca vardı… Çok severdim, bir gün hâlâ çok etkisinde kaldığım bir hikâye anlattı… Mitoloji midir nedir bilmiyorum… Bağdat yakınlarında bir köyden iki çocuklu güzel bir kadın varmış. Eşi askerde ölmüş. Sataşmaya başlamışlar. Bunun da bir eşeği varmış. Eşeğin heybesinin bir tarafına bir çocuğunu, öbürüne diğer çocuğunu koyup tutmuş Bağdat’a getirmiş. Orada namusunu kirletecekler diye korkmuş. Bağdat’a geliyor, duvarın dibine çocukları gölgeye tutturuyor kendisi rızık aramak için çıkıyor gidiyor. Bir süre sonra kalenin yetkilisi geliyor, çocukları görüyor. “Bu ne rezillik! Kalenin dibinden alın bunları” diyor. Çocukları alıyorlar kalenin dışında o an boş olan su kanalına koyuyor. Bağdat’ın sıcağı da fena olur. Çocuklar ağlamaya başlıyor, gözlerine sinekler musallat oluyor. Kadın bir geliyor ki çocuklar yok. “Yarabbi bunları sana emanet ettiydim ben yoktum da sen neredeydin” diyor. Hoca bunu anlatırdı, biz de çok etkisinde kalırdık… “İşte o anda Bağdat battı” der. “Garibin bedduası Bağdat’ı batırdı” der! Bunu neden anlatıyorum? O çıkarsa… Garibin ahı çıkarsa eğer bu memleketi batırır. Eziliyor… Çok eziliyor insanlar... Bir kısmı istismar edebilir çünkü bugün teknolojide öksürdün mü zaten bütün dünya duyuyor. Ama ya o sessiz ve masum olanlar... Öldürüyorlar oğlum. Her gün Güneydoğu’da öldürüyorlar, Batı’da öldürüyorlar. Suriyeliler… Bir kere getirmişler işte şimdi bütün millet düşman oldu. Ben de istemiyorum da ne olacak? Bunun içinde istismar edenler de var belki ama masumlar da var... Ne olacak bunların hali diye daha önce düşünmediler. Ben 15 yaşında İstanbul’a gittim oğlum. Divan yolunda kuru bir duvar vardı; taş duvar. Adam oradan ekmeği almış duvarın deliğine sokmuş. Nasıl sevindim görünce. O kuru ekmeği oradan çıkardım, iki üfledim yedim… Gözüm açıldı. Demek ki çok açmışım. Bunları gördüm… Ve bugün bu duruma düşen insanlar çok daha fazla. Gene ben sahipsizdim, kimsem yoktu, bilmem neydim de ondan öyleydi. Bugün sahipli olanlar daha rezillik çekiyor. Ben de çok yokluk çektim gençliğimde. Çok hastalık da çektim, çok para da kazandım… (Uzun bir sessizlik oluyor… İç çekip bir süre susuyor...)
Kim ihanet ediyor bu memlekete oğlum? 80 yaşında ben geçim derdine düştüm. Her gün gidip dükkânda bir şeyler yapmaya çalışıyorum... Layık mıydım? Şu ellerime bak! (Ellerini uzatıyor, elleri kapkara, kesiklerle dolu, parmaklarının uçları yok.) Bu parmakların aşağı yukarı altı tanesi sakat. Kimisi preste, kimisi bilmem nerde parçalandı gitti. Her biri bir fabrikada kaldı. Biz buna layık mıydık oğlum? İğneye iplik takamayan adamlar şimdi üç-beş yerden maaş alıyor… Söyleyecek çok şey var da… Zoruma gidiyor!